FARKLI OLMAK


Şöyle bir sokağa çıktığınızda kalabalığın üzerinize üzerinize geldiğini hiç düşündünüz mü ? O kadar birbirinden farklı insan var ki hiçbirinin görünüşü birbirine benzemiyor. Hiçbirinin davranışları, yürüyüşü, hareketi, duruşu bir diğerinin aynı değil. Herkes birbirinden farklı yaratılmış ve farklı özelliklerde yaratılmış. Zaten insanlar arası bütün ilişkileri sağlayan en temel unsurlardan birisi de bu farklılık değil mi ? Farklı olmak kötü bir şey mi? Hayır ! gayette iyi bir şey. Herkesin aynı huyda olduğu, herkesin aynı görünüşte, aynı karakterde tıpkı mitoz bölünme geçirmiş bir canlı gibi birbirinin kopyası olduğunu düşünsenize. Herkes birbirinin aynı olsaydı herkes birbirini karıştırırdı öyle değil mi ? Herkesin aynı olduğu bir yeryüzünde karşınızdakini ikna etmek için hiç zorlanmayacaktınız. Karşınızdaki insanın ne düşündüğünü, neyi sevdiğini, neyi giyeceğini, neyi söyleyeceğini bilecektiniz ve herkes birbirinin aynı olacaktı. Bizleri yaratan Rabbimiz dileseydi bizi böyle yaratamaz mıydı ? Elbette ki buna gücü rahatlıkla yeterdi. Peki biz neden farklı yaratılmışız hiç düşündünüz mü? Gözünüzün önüne her şeyiyle birbirinin kopyası bir insan topluluğu getirebilir misiniz ? Bunu başarabildiyseniz ne hissediyorsunuz ? Çok garip ve karmaşık geldi değil mi? Belki bir o kadar da saçma. her şeyin, herkesin benzer veya aynı olduğu bir dünya ne kadar yaşanılır olurdu bilinmez ama sıkıcı olacağı bir o kadar muhtemeldi.
Bazen hayatın kendisini düşündüğüm de sorulası ve cevabı alınası o kadar çok soru var ki? Bu kadar çeşitli olmamızın nedeni de son zamanlarda düşündüğüm konulardan. Bir kişiden bir tane bile aynı olduğunda (tek yumurta ikizleri veya daha fazla olanlarında) bile karışıklığın yaşandığı bir dünyada herkesin birbirinin aynı olduğunu düşünemiyorum. Zira Rabbimiz tek yumurta ikizlerini bile yaratırken onlara farklı birer mizaç vermiş. Her ne kadar dış görünüşleri aynı olsa da onlara da farklı birer kişilik, farklı birer bakış açısı, farklı birer güzellik varmış. Bu bazen bir bakış, bazen bir ahlaki tutum, farklı bir düşünce biçimi, tutum ve davranış olarak görülmekte. Neden mi çeşitliyiz dersiniz ? Çünkü çeşitli olmamız gerekiyordu. Birimizin bir diğerinin eksik olan parçasını tamamlaması için çeşitli olmamız gerekiyordu. Birimizin diğerinden daha heyecanlı olması gerekiyordu ki diğerinin onu sakinleştirmesi gerekiyordu. Sinirli olanımızın diğerinin adeta tüm sinirlerini yerinden sökercesine onu sakinleştirmesi gerekiyordu. Kimimizin matematiğe kafasının çalışması gerekiyordu ki içinde yaşadığımız evleri yapsın veya bindiğimiz arabaları, uçakları veya çeşitli taşıtları tasarlasın. Bir diğerinin bizi güldürmesi gerekiyordu ki stresli zamanlarımızda rahatlamamızı sağlasın. Bir diğerinin bizi yönetmesi gerekiyordu diğerinin hizmet alması adına, korunması, hayatta yaşamını sürdürmesi adına. Kiminin boş işlerle uğraşması da gerekiyordu, dolu işlerle uğraşanların anlaşılması adına. Aslında bu listeyi uzattıkça uzatırım da sayfalar yetmez. Ama dünya herkesin kendisini sergilediği, herkesin bir diğerinden ayırt edilmek için çaba sarfettiği, aslında herkesin kendi sınavını verdiği doğruyu yanlışı seçme şansını yakaladığı, şükrettiği veya isyan ettiği, kendisini geliştirdiği veya geliştiremediği, okumak için çabaladığı veya çabalamadan zengin olmayı hayal ettiği bir ortam.
Seçimlerimiz, kişiliğimiz, davranışlarımız, huyumuz, dış görüntümüz birbirinden ne kadar farklı ve biz bu farklılıkla ayakta kalıyoruz. Farklı olmak, bir diğerinin yapamadığını yapıp eksik olanı tamamlamak. Herkesin puzzle’ın eksik bir parçasını sahiplenip kendi sırası geldiğinde o eksik parçayı kapatmaya çalışması aslında yaşam. İnsan olmanın erdemi de bu farklılıktan geliyor. Bu çeşitlilikten geliyor. Öyleyse neden başkalarını sizin gibi düşünmeye zorluyorsunuz. Adeta bunun için kendinizi yıpratıyorsunuz. Eğer insan olmanın en büyük erdemlerinden birisi farklı olmak ise neden başkalarının bizim gibi düşünmesi için onları zorluyoruz.
Hayatta ya doğru ya da yanlışların olduğuna inanıyorum. Ya eksi ya da artı var. Ben grilerin olduğuna inanmıyorum. Bunu diyen de hayatı boyunca ben böyle de düşünüyorum, şöyle de düşünüyorum diyerek bir orta yol sürdüremez. Bakın hayatta mutlak doğruya ulaştıysanız ve onun neden mutlak doğru olduğunu sebepleri ve nedenlerini sorarak araştırdıysanız ve bu kararınızdan eminseniz sizden mutlusu olamaz. O zaman sevdiklerinizi yanlış yaptıkları bir şey konusunda elbette uyaracak ve onların doğru olana ulaşması için elinizden geleni yapacaksınız. Yapmalısınız da ! Bunu yapmazsanız o zaman neden birilerini sevdiğinizi iddia edesiniz ki. Çünkü sevgi karşılıklı sevgiyi, saygıyı, dostunu uyarmayı, ikna etmeyi ve gerekirse yanlış düşüncelerinden onu sıyırmak için ikna etmeyi gerektirse de karşınızdaki değişmez, katı ve sert bir üslupla sizi dinlemeye bile yanaşmıyorsa ve kendisinin doğrularına inanıyorsa onu ikna etmek niye ? Siz böyle bir kişiyi Allah o kişiye ikna olmayı nasip etmediği sürece başaramazsınız. Bu durumda o size kendi düşüncelerini savunur siz de ona kendi düşüncelerinizi savunmaktan başka bir şey yapamazsınız. Bir insanın düşüncelerini kafasına silah dayayarak bile değiştiremezseniz. Diyorum ya bir şeyleri anlatmak için Allah’ın o kişiye bunu nasip etmesi gerekli. Öyleyse o kişiyi de o şekilde kabul etmek ve onu düşüncelerinden dolayı kınamamak burada yapılan şey olmalı. Herkesin aynı olması düşünülemeyeceği gibi, herkesin aynı düşünmesi de beklenemez. Siz elinizden geleni yapın ama ısrar etmeyin. O farklılığı da öyle kabul edin. Nasıl kendiniz için zorlama istemeyeceğiniz gibi, karşı taraf için de aynısını düşünün. Emin olun hiçbir insana zorla bir şey anlatamazsınız. Anlatacağınız şey isterseniz dünyanın en iyi şeyi olsun bunu başaramazsınız. Zira karşı tarafın da o konuda ikna olup bunu istemesi ve dilemesi gerekli. Böyle bir durumla karşılaştığınızda her şeye rağmen olumlu kabul gösterisinde bulunmak belki de daha hayırlı olabilir. Zira insanın hatalarından er geç döneceğine inanıyorum. Yeter ki biz karşılıklı iletişimimizde iyi niyetimizi koruyalım. Ama zorlamadan, bağırmadan, kırmadan, dökmeden, yıpratmadan, yıpranmadan, üzülmeden, endişe etmeden, KINAMADAN o insanın aklını başına toplaması için dua ederek, onu sevdiğimizi kendisine göstererek ve bunu gerek sözle, gerekse de davranışla göstererek, o kişiye karşı istikrarlı bir davranış göstererek, daima dürüst olarak, ona verdiğimiz sözleri yerine getirerek, onun güvenini kazanarak..Zira siz iyi olmayı bir yaşam felsefesi olarak kabul ederseniz, iyi niyetinizi muhafaza ederseniz, ahlaklı olursanız, farklı olmanın da insana özgü olduğunu ve saygı duyulması gerektiğini anlarsanız o zaman insan olmanın da erdemlerini çok daha iyi özümsersiniz.
Çünkü farklı olmak yaşamın kendisinde olan bir şey. Tıpkı gülmek, konuşmak, görmek, üzülmek, eğlenmek, sevinmek, heyecanlanmak gibi insana özgü bir durum. Öyleyse sizden farklı düşünen insanlara saygı duymalısınız. Onları yapıcı ve olumlu yönde eleştirmelisiniz. Onların yanlış mı olduğuna inanıyorsunuz ? Siz kendi doğrunuzdan emin misiniz ? Onların yanlış düşündüklerinden emin misiniz ? Eğer bütün bunlardan eminseniz sabretmeli ve beklemelisiniz. Siz iyi niyetinizi koruyun. Sakın başkalarını değiştimek için kırıp dökmeyin. Yoksa kırılan da, dökülen de siz olursunuz. Bu da ne sizin için faydalı olur, ne de karşınızdaki insan için faydalı olur.
Phd. Dan. Selçuk Arıcı

Salı, Mayıs 17, 2011 tarihinde Unknown tarafından kaydedilmiştir , | 0 Yorum »

ACELEN NE?


Konya önemli konuklar ağırlamaya hazırlanıyor. Nur Artıran, Ahmet Ümit, Gamze Cizreli, Yonca Ebuzziya. http://www.isyasamindahosgoru.net/ Nasipse ben de Pazar günü katılımcılarla bir araya geleceğim. Ardından önümüzdeki hafta da Şeb-i Aruz törenleri başlıyor. Sağ olursak yine her gün sema törenleri öncesi 19-20 arası Sultan Veled salonunda sizlerle birlikte olmayı planlıyoruz. Geçen yıllarda olduğu gibi ruh sağlığımızı güçlendirmeye yönelik, Mesnevi’den çıkarımlarla yol yöntem arayışı olan Aşkın terapi sunumlarıyla birlikte olacağız.
Konya ve İstanbul’daki gurup çalışmaları için de başvurularınızı almaya devam ediyoruz. www.rumiterapi.com veya fozdengul@gmail.com.
Kaynaklarımızı fark ediyoruz. Kendimize güvenimiz artıyor. Eskisi kadar birbirimizi yok etmeye çalışmak yerine daha normalleşiyoruz. Büyüyoruz. Her türlü. Olgunlaşma belirtileri bunlar. Kişisel veya guruplar olarak olgunlaşıyoruz. Henüz çok başındayız ancak emareleri görünüyor.
Umutlanmalıyız. Gülümsemeliyiz. Meraklanmalıyız. Çabamız artmalı. Daha çok insan ve gurup tanımalıyız. Ötekilere dair endişelerimiz, merak ve tanıma çabasına bırakmalı yerini.
Planlarımızın yerini asıl plana bıraktığını fark edebildiğimiz ve bunu sükunetle karşılayabildiğimiz zaman başlayacak dinginleşme. O zaman daha başka planları da fark edebilen ferasetli insanlar olmaya başlayacağız ve böyleleriyle tanışacağız. Daha çok yorulan öfkeliler yerine daha sükunetle yürüyen sakin insanlardan olacağız. Nefisler belki başını öne eğecek biraz ancak bir başka ışık için yer açacak. Bu onun da işine yarayacak. Daha yavaşlamış, hızını evrenin hızına yaklaştırmış insanlara ihtiyacımız var.
Acelesini durduran. Sabırlı.
Geriye doğru baktığımızda en çok işimize yarayan davranışın sabır olduğunu görüyoruz. O yüzden insan yaşlandıkça daha da yavaşlıyor. Başlangıçtan sona doğru fiziksel olarak yaşadıklarımız bize örnek aslında, nasıl olmamız gerektiği ile ilgili. Yaşlılara bakalım. Neyi önemserler? Ne yerler? Nasıl yürürler? Ne konuşurlar? Tepkileri. Uykuları. Düşünceleri. Duygulanımları. Zaten fiziksel olarak düştükleri için böyleler. Bizim fiziksel olarak düşmeden önce ulaşmamız gerekenler bunlar aslında.
Daha yavaş. Daha az konuşarak. Daha çok dinleyerek. Daha az endişelenerek. Daha gürültüsüz. Daha sessiz. Daha sabırlı insanlar arttığı zaman etrafımızda daha güçlü ve müreffeh bir ülke olacağız.
O zaman çocuklarımıza, öğrencilerimize, sorumluluğumuz altındaki insanlara sabrı ve sükuneti öğretme hedefimiz olsun. Lafla mı? Hayır. Davranışlarımızla.
Sebebi ne olursa olsun gürültücü insanları ikaz edelim ve sonrasında da kınayalım. Sebepleri ve bahaneleri mutlaka vardır. Bize ne.
Sebebi ne olursa olsun çok konuşanları, acelecileri, dinlemeyenleri ikaz edelim. Sonrasında da kınayalım. Sebepleri ve bahaneleri mutlaka vardır. Bize ne.
Sebebi ne olursa olsun öğrenmeyen, öğretmeyen veya bu ikisini sevmeyenleri ikaz edelim. Sebepleri ve bahaneleri bir kenara bırakarak yavaşlayalım biraz.
Zaten gideceğimiz mesafe belli.
Acelemiz ne?

Dr Faik Özdengül

Salı, Kasım 30, 2010 tarihinde Unknown tarafından kaydedilmiştir , | 0 Yorum »

SUÇLULUKLAR

“Suçluluk duygusuyla baş edemiyorum.
Başkalarının yüzüme baktığı her an zihnimi okuduklarını düşünüyorum. Bunu hissediyorum. Utanıyorum. Yüzümü kapatıyorum. Elim yüzüme gidiyor. Kalbim çarpıyor. Dizlerim titriyor. Geriye dönüyorum hep. Suçlarımın oldukları yere. Çoğu zaman unutuyorum da aslında yerini ve zamanını ama yine de bir his var. Beni bırakmayan. Sen suçlusun diyen. Adım attırmayan. Göğsümü gere gere buradayım dedirtmeyen. Hep saklanmak gizlenmek zorundaymışım gibi. Kimseyle olduğum gibi oldurmayan bir şey. Maske takmak zorunda bırakan. Ezelden suçlu yapan bir şey bu. Hep utandıran.
Yüzüme bakıp suratıma tükürecek gibi insanlar. Böyle hissediyorum. Kendi aralarında konuşurken benden söz edip alay ediyorlar, iğreniyorlar. Yeniye ve güzele hakkım yokmuş gibi.
Kurban. Evet bir kurbanım ben. Başkaları mutlu olsun diye kanı akıtılan bir kurban. Ben de varım ben de istiyorum diyemeyen.
İki tane dünya var. Aralarında da buzlu bir cam. Yaklaşınca iki tarafı da görüyorsun. Ancak sadece birine aitsin gibi. Buzdan cam buzdan bir kalp gibi. Başkaları için atan. Diğerleri için çarpan. Kendine dokunup kendini ısıtamayan kanı pompalayan bir kalp. Başkalarına ihtiyaç duydukları zaman verilmek üzere saklanan kanla dolu bir kalp. Kendini beslemeyen. Sadece kendini ayakta tutacak kadar dolaşan damarlarda.
Buzdan cama yaklaşırsan eğer büyük bir uğultu başlar. Karşıya geçebileceğinden endişe eden bir ordu oluşturdun nerdeyse arkanda. Eğer gidersen diye endişe eden. Gidersen diye boyunlarını büken. Ya sen kurban ol ya da hepimizi edeceksin diyen. Suçlayan. Neleri eksik yaptığını bağıran sürekli. Hem suçlayan hem bırakmayan. Ve gücünü tüketen. Korkutan. Boğan. Sürekli yaralayan.
Bir gün diğer tarafa geçeceğini hayal ederek yaşarsın. Umut edersin. Oradan bir el uzansın da çeksin istersin. Mucize beklersin. Çabalarsın bazen. Ancak o kadar güçlüdür ki suçluluk duygusu onlar bıraksa o duygu bırakmaz. Kurbansın sen der. Şikayet edersin. Sonra da başını bildiğin ve öğrendin gibi eğer ve beklersin ki kanın aksın. Kanından beslensinler.
Baş edemiyorum bu suçluluk duygusuyla.”
Çok da uzun olmayan ama ileri hareket ettirmeyen zincirler gibi.
Evet tıpkı öyleler.
Sanki her yerinden bağlanmışsın gibi.
Gibi?
Gibi evet. Bu sanki sadece senin suçun değil de tüm insanlık için kurban olmak gibi. Kurban olması gereken kutsallar olması gibi. Bunu çok önceden öğrendik gibi.
Ağlamakla bile çözülmüyor. Öyle güçlüler ki.
İlk suçluyu biliyor musun?
İlk suçlu?
İlk suçlu.
Babamız. Atamız. Adem.
Biliyorum evet.
İlk suçlu bağışlanmıştır. Bunu da bilirsin aslında. İlk suçlu Adem, suçunu bilmiş, itiraf etmiş, bağışlanma dilemiş ve bağışlanmıştır. O bağışlansa da belki de onun suçunun bulaşıkları hepimizi aynı yolu bir kez daha yürüyüp geçelim diye, onun yolunu öğrenelim ve benimseyelim diye dokunup duruyor yüzlerimize. Yakamızı bırakmıyor bir türlü. Kim bilir?
Onu bağışlayan bizi neden bağışlamasın? Bizi de bağışlar elbet.
Hem Adem hem Bağışlayan bize bir şey öğretmiyor mu?
?
Suç, hata normal. İnsansı. Kaçınılması gereken ama tutulup kalınan. Bir yerlerden yakalayan. Israr edilmemesi lazım gelen ama durdurulamayan. İçimizdeki savaş bu. Dışımıza yansıyan.
Madem bu bir his. Mademki çoğu zaman nedeni de hatırlanmayan. Var olmuş ya da olmamış ne fark eder? Varsa da yoksa da bağışlanma gerektirir. Temizlendiğin hissiyle değişmeli.
Yolu da belli. İtiraf edip bağışlayana özür dilemek sonra. Ve afiyet dilemek ondan. Gözyaşıyla duaya durmak. Niyazdan geri kalmadan. Eksik olan neyse istemek. Çabaysa çaba. Cesaretse cesaret. Her ne gerekiyorsa. Sabırla. Bıkmadan. Vazgeçmeden. Umudu asla elden bırakmadan.
Tıpkı Hz Pir gibi:
Ey akılları ihsan eden sevgili, feryada yetiş. Sen bir şey dilemezsen hiç kimse dilemez.
İstek de sendendir, ihsan da. Biz kimiz ki? Evvel de sensin, son da. Hem sen söyle, hem sen dinle, hem sen ol. Biz bunca malımız mülkümüzle yine hiçbir şey değiliz. Ey sevgili, bize tekliflerde bulundun, lütfet de secdeye rağbetimizi arttır; bize cebir tembelliğini gönderip şevkimizi söndürme. Ey hikmetine hayran olduğum sevgili, mademki niyaz etmemizi emrettin, bu emrettiğin niyazlarımızı da sen kabul et.
Bağışlanma, temizlenme duygusuyla değiştir suçluluklarımızı. Ki gülsün yüzlerimiz.
Dr Faik Özdengül

Perşembe, Kasım 11, 2010 tarihinde Unknown tarafından kaydedilmiştir , | 0 Yorum »

AŞK VERMEKTİR

İnsan doğduğu anda bir bebek olduğunu idrak etmez. Büyük güçlerle donatılmış bir Tanrı gibidir adeta. Ebeveynler de bunu besler. Aslan oğlum der, pamuk kızım der. Babasının ya da annesinin gücü onun olur ve her şeye gücü yeter. Bu gücü kendisinin zanneder. O elini kaldırınca tüm dünyada onunla birlikte kalkmaktadır. O gülünce güler herkes. Ağlayınca ağlar.
Ancak bu çok uzun sürmez. Yavaş yavaş büyümeye başladıkça bebeklik zamanlarına gösterilen tolerans azalır. Artık diğerlerinin gücü ondan uzaklaşır ve kendi gücünün sınırlı olduğunu fark ettikçe Tanrılığını da sorgulamaya başlar. Artık Tanrı değildir. Kırılmalar yaşar. Bu kırılmalar optimum düzeyde olursa kişiliği güçlenir ve gerçek olur. Ağır kırılırsa o dönemlerde ruhsal büyümesi durur ve kendi içinde sadece kendisinin bildiği başka bir kişiliği dayatır. Dışardan başkaları tarafından görülen kişiliği ile kendini zannettiği kişiliği farklılaşır. Kimsenin onu anlamadığını söyler durur. O kendini hala bir Tanrı kadar güçlü, bir hükümdar gibi kudretli zannedip diğer insanlardan buna dair davranışlar beklerken insanların ona sıradan biriymiş gibi davranmalarını hazmedemez ve sürekli kırılıp, incinip, küser. İnsanları nezaketsiz bulur. Anlayışsız bulur. Kaba bulur.
Olgunlaşması gerekmektedir.
Olgunlaşma basamakları kısaca dört bölümde incelenir psikolojide:
Haset Evresi
Kıskançlık Evresi
Açgözlülük Evresi
Şükran Evresi.
Bundan sonra etrafınızdaki insanları değerlendirirken bir de bu tanımlamalar ışığında bakın. İçinde bulunduğu evre onun olgunluk düzeyini gösterecektir. Yakın ilişkilerde mutlaka şükran evresine ulaşmış insanları tercih edin. Şimdi bu evreleri kısa kısa gözden geçirelim:
Haset, başkasındaki nimetlerin yok edilmesi davranışına götürür. Başkasında gördüğü iyi hiçbir şeye tahammül edemez ve onu ve sahip olan kişiye karşı yıkıcı niyetler besler. Hiçbir şey yapamasa arkasından konuşur. Onu kötüler. Onda iyi hiçbir şey göremez. Hz Mevlana hasedin yaşamdaki en zor geçit olduğunu söyler. Bir çok insan buradan geçemez ve gerisinde kalır. Sadece almak için yaşar. Almakla kalsa iyi başkalarındakiler de olmasın diye. Haset sahibi aslında çok zor durumdadır. Büyük acı çeker. Ve hissettikleri hem yüzünde ve davranışlarında görünür hem de bunu herkese yaşatır. İşte kardeşlerinin Yusuf Peygamber’e yaptıkları en bariz örneği. Kardeşlerin kardeşlere yaptığı zaten herkesçe malum. Kendi çocuklarınızda ve kardeşlerinizde bile rahatlıkla gözlemleyebilirsiniz. Öncelikle bu duygunun fark edilmesi ve düzeltilmesi gerektiğinin idrak edilmesi gerekir. İmam-ı Gazali bunun için haset edilen kimseye dua edilmesini önerir.
Kıskançlık, hasede göre daha ehven bir evredir. Diğerindeki olmasın ya da yok olmasın değil de ondakine imrenmek kendiside de olmasını istemek gibi düşünülebilir. Bu da geçilmesi gereken bir evredir.
Açgözlülük, ise her şeyi toplamak, kanaat edememektir. Hz Pir bunu kazın yaptığına benzetir. Seçmeden ne varsa toplayıp gömmek. Bitmek bilmeyen bir hırs ve tamah.
Ulaşılması gereken asıl olgunluk şükran evresidir. Bu evreye ulaşan verebilmek üzerine odaklanır. Elindeki her şeyden uygun ölçülerde diğerlerine de vermeyi önemser. Verebilme evresidir. Vermek almanın önündedir.
Anlaşılıyor ki olgunlaşmayla verebilmek birlikte zikredilmesi gereken iki kelime, iki özellik. Verebilen insanlar olgundur. O yüzden sevilmek isteyen, önemsenmek isteyen, toplumda bir yer edinmek isteyen insan vermeyi öğrenmek zorundadır. Canından, malından, bilgisinden ve her neye sahipse hepsinden başkasını faydalandırmak üzerine kurmalıdır hayatını. Verebilmeyi öğrenmelidir.
Vermek ancak olgun insan davranışıdır. Bu yüzden insanlara paylaşma, verme, empati eğitimleri verilmeli ve bu özellikler özendirilmelidir.
Ramazan ayı geliyor bu önemli bir fırsat. Sadaka, zekat ve benzeri ibadetlerle özellikle bu ayda insan kendini eğitmeli ve geliştirmelidir. Yoksa ilkel basamaklarda ömrünü zayi eder.
Sözü Hazreti Mevlana’ya bırakmak en doğrusu:
O para veriş cömert kişiye lâyıktır. Can vermekse esasen âşığın vergisidir.
Hak uğruna ekmek verirsen sana ekmek verirler; Hak uğruna can verirsen sana da can bahşederler.
Şu çınarın yaprakları dökülürse Tanrı, ona yapraksızlık azığı bağışlar.
Dağıtmaktan dolayı elinde mal kalmazsa Tanrı’nın inayeti, seni hiç ayaklar altında çiğnetir mi?
Bir adam ekin ekince ambarı boşalır ama bu işin iyiliği, tarlada belli olur.
Fakat tohumu ambara kor, biriktirirse zaman geçtikçe bitler, fareler, o tohumu yiyip bitirirler.
Bu cihan tamamıyla fânidir; aradığını sebatlı, kararlı âlemde ara! Sûretin sıfırdan ibarettir; dilediğini mâna âleminde dile!
Acı ve tuzlu canı kılıç önüne koy, feda et de tatlı bir deniz gibi olan canı al! (Mesnevi.1.2235-2242)
Dr Faik Özdengül

Çarşamba, Temmuz 14, 2010 tarihinde Unknown tarafından kaydedilmiştir , | 0 Yorum »

ARTIK ONA MEYLET!

Koşmak istiyorum ama koşamıyorum. Ayaklarım sanki onda kalmış.
Oysa ben onunla koşmak istemiştim. O yüzden ona vermiştim ayaklarımı, ellerimi. Ve avucumdakini.
Kilitlenmiş durumdayım.
Daha anlat duygularını dedim.
Anlatamıyorum deyip kestirip attı.
Yüzündeki öfkeyi fark etmek zor değildi.
Kendime kızıyorum dedi.
Sonra öfkesini inkar etti. Ardından öfke hızlıca üzüntü oldu. Baş öne düştü.
Ne denirdi ki. Sustu zaten.
Sessizlik uzun sürdü.
…………..
O sırada uzaklarda yağmur çiseliyordu.
Bir kadın elleriyle yağmura dokunmak için penceresini açtı.
Küçük bir çocuk ağacından düşen yaprağı tutmaya çalışıyordu.
Daha uzaklarda ölmek üzere olan bir adam solgun gözlerle son kez yakınlarına bakmak için güçlükle gözlerini araladı.
Yükseklerde bir kayanın kenarında genç bir adam sigarasını yakmaya çalışıyordu esen rüzgara inat.
Çöpleri karıştırıyordu birisi.
Ötekini uyku tutmamış bir o yana bir bu yana dönüp duruyordu.
Ağlayarak dua ediyordu yaşlı kadın.
……………
Kaygılısın dedim. Belirsizlik korkutuyor. Düşüncelerine dur diyemiyorsun.
Kulaklar duymuyor. Göz görmüyor. İrade sanki kağıttan bir gemi. Sürükleniyor.
Kızıyor, öfkeleniyor, üzülüyor, kaygılanıyor sonra da inciniyorsun.
Anlayış bekliyorsun.
Anlaşılmamak daha da deli ediyor. Daha da üzüyor.
Sabır tutulması zor, yakıp kavuran bir ateş olmuş. Oysa en çok ona ihtiyacın olduğu halde.
Uyumak istiyorum dedi. Sadece uyumak.
…………
Bir rüzgar esti birden. Birkaç yağmur damlası ulaştı kadının eline.
Yaprağı çocuğun avucuna koydu.
Adamın gözleri açılamadan uzaklara kaydı.
Sigarasını yaktı genç adam. Çöpler karıştı. Yatakta dönüp duran uyuyakaldı.
Yaşlı kadın duasını bitirip başını kaldırınca yaşlı eşini gözyaşlarını silmek için beklerken buldu.
…………
Koltukta uyuyakalmışım sanki dedi. Uyudum mu ben?
Daha iyi hissediyorum…
Dokunmak istedim ancak sadece şefkatle gözlerine bakabildim. Çok şey söylemek istedim o anda. Fakat susmak en iyisiydi. İnşirah suresini hatırlattım tek:
1-Göğsünü açıp seni ferahlatmadık mı?
2-Ve yükünü sırtından kaldırmadık mı?
3-Ki o yük belini iki büklüm etmişti!
4-Ve senin şanını yüceltmedik mi?
5-Sözün özü: elbet her zorlukla beraber tarifsiz bir kolaylık vardır;
6-evet, her zorlukla beraber tarife sığmaz bir kolaylık vardır.
7-Şu halde, (zorluktan) kurtulduğunda (kolaylıktan) nasibini gözet!
8-Ve (yüzünü) yalnız rabbine dön; artık hep (O’na) meylet!

Dr Faik Özdengül

Salı, Haziran 29, 2010 tarihinde Unknown tarafından kaydedilmiştir , | 0 Yorum »

DOĞAN GİBİ AVLAN

Bize okutulan tarih kitaplarında insanların avlanarak yaşama başladıkları anlatılır. Avcıdır insanoğlu. Hayvanlar da öyle. Avlanarak yaşarlar. Yaşam yenen ve yenilenlerden oluşur der Hz Mevlana. Yaşamak için avlanmak. Yenilmemek için yemek zorunda olan canlılar. Bedensel olarak böyleyken, insan ruhuyla da avlanır mı? Bu soru geldi aklıma.
Sabahları uyanamıyorum. Üstümde bir ağırlık. Güne başlamak işkence gibi.
Ya gece? Geceye de başlayamıyorum. Uyuyamıyorum.
Hayatta kalma endişesi var mı?
Hayır. Karnım doyuyor. Başımı sokacak da bir yerim var.
Güne başlarken bir amacın var mı? Geceden yarını planlıyor musun?
Hayır. Aynı şeyler. Aynısı olacak muhtemelen.
Neler oluyor bu günlerde?
Neler oluyor? Mesela Güney Afrika’da Dünya Kupası maçları var. Politik çekişmeler biraz daha hararetli. Trafik karmaşası. Hastalıklar. Ölüm ve kaza haberleri. Terör olayları. Kıskançlıklarım. Bunalımlarım aynı. Endişelerim. Sorumluluklarım. İş arkadaşlarım. Ailem. Hep aynı.
Avlanıyor musun?
Avlanmak?
İnsanlar eskiden avlanmak için çıkarlarmış her gün.
Duymuşluğum var. Eski masallardan. İzlediğim filmlerden. Birkaç kitap okumuşluğum da var.
Çocukken sabah kolay uyanır mıydın?
Evet. Kolay da uyurdum. Bedenim yorulurdu fakat zihnim rahattı. Neden rahattık çocukken?
Neden?
Annem babam vardı. Onlara emanettim. Gelecek endişem yoktu. Sorumluluklarım azdı. Dünya beni ilgilendirmezdi. Gazete okumazdım. Televizyon seyretmezdim. Duygularım ve aklım çatışmazdı. Çocuktum işte.
Çocukken avın neydi?
Oyun. Oynamak için çıkardım her gün. Gülümseme geldi içimden. Oynamak için çıkmak dışarı. Oyun bitti mi?
Oyun akşam biterdi çocukken öyle değil mi?
Evet. Ertesi gün yeniden başlardı.
Hep aynı oyunları oynamaz mıydınız?
Aynı oyunlar evet. Yenisini öğreninceye kadar.
Hep mutlumu biterdi oyunların? Kızgınlık, kıskançlık, kavga olmaz mıydı?
Olurdu tabi. Ama akşam biterdi. Bazen evde de konuşurduk. Hatta zihnimde gece de oynamaya devam ettiğim olurdu. Ama hiç uykusuzluğa yol açmazdı. Yarın nasılsa yine oynardık. Av diyorduk?
Büyüklerin oynadığı da oyun olsaydı? Ya da öyleyse? Hatta tam da öyle. Yada yaşam tam olarak bir oyunsa? Bu oyunun akşamı da ölümse?
Oynayarak ölüme gitmek. İronik bir cümle oldu. Eğer hala çocuk olduğuma ikna olsam ve arkamda bir anne baba var olsa oyun oynar gibi yaşardım. Endişe taşımadan uyur sabah da yine oynamak için keyifle uyanırdım.
Oyun oynarken bir yandan da avlanabiliriz aslında. Belki çocukluktaki oyundan tek farkı bu. Bugünkü oyunların. Olgunluk katmak oyuna ve dönerken akşam eve avlanıp heybeyi doldurup gelmek.
İyi oyuncular iyi avlarla gelirler eve. Ellerindekilere göre değer kazanırlar. Neyin peşinde koştuklarıyla ayrılırlar diğerlerinden. Doğan kuşu da, kedi de kendi oyunlarını oynar. Avladıkları farklı sadece. Ve kimin için avlandıkları. Doğan kuşu padişah için avlanır. Kediyse kendi karnı için.
Sabah avlanmak için çık ve Doğan gibi avlan.
Sanırım kedi de Doğan da içimizde saklı. Ruh Doğan olsa gerek.
Allah’a çağıran, Salih amel işleyen ve ben Müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim olabilir? (Fussilet.33.)
Dr Faik Özdengül
http://faikozdengul.wordpress.com/
http://askintherapy.wordpress.com/

Salı, Haziran 15, 2010 tarihinde Unknown tarafından kaydedilmiştir , | 0 Yorum »

BENİ YALNIZ BIRAKMA

Ağacı gördüm.
İki bina arasına sıkışmış. Başını öne doğru çıkarmış. Yola doğru uzatmış.
Yürürken fark edilmiyor. Ya yukardan bakılınca ya da başınızı yukarı kaldırırsanız.
Fark edenler hep baktıkları yönden başkasına da bakanlar. Bir de yukarı çıkacak bir yol bulup oradan bakanlar. Ki görünmeyenleri görsünler. Görünmekten başka yolu olmayanları görüp gözetsinler.
Sıkışmışlar, daralmışlar nasıl görünür başka bakanlar olmasa.
Çiçekler görürüm. Kimi saksıda. Kimi kırda. Kimi masalarda, ömrünü tamamlamış. Kimi vitrinlerde, bir ele ulaşıp birazcık daha suya dokunabilmeyi bekleyen. Onları da fark edip bakacaklara gülümseyen.
Bulutlar görürüm sonra. Kimisi tek parça, kimisi beyaz kimi de kara. Rüzgarı bekleyen. Ömrünü tamamlayıp toprağa ulaşmak için. Bir rüzgarın dokunuşuna kadar asılı duran gökyüzünde. Toprağın da onu beklediğini bilip yine de belirlenmiş saati sabırla bekleyen.
Kuşları da görürüm. Kimi yalnız. Kimi guruplar halinde. Kimi sessiz kimi görünmez. Büyüğü ve küçüğü. Denize doğru uzanırken bazılarını. Bazısını da gökyüzünde, sanki kendisi gök gibi. Uçmak en iyi bildikleri şey. Kendiliğinden. Bazıları uçamayınca kanatlarını görsünler diye bakarken etraflarına. Onlara da bakabilenler bakıp gözetsin diye kaderine razı.
Ve toprak. Sessiz. Ağır. Kucaklayıcı. Kabul edici. Onun da sertini ve yumuşamışını görürüm. Hem ayaklar altında hem üstünde eskinin. Eskimesini ömrünü tamamlamasını beklerken her şeyin, bakanlara sabrı öğrettiğini görürüm.
Yağmur sonra. En arada kalanı. En çok gezineni. Bir yukarda bir aşağıda. Bir yerde karar kılamayan. Yerden yükselirken görürüm onu sonra da yere düşerken. Kışın beyaza büründüğünü de. Irmak oluşunu. Denize ulaşırkenki heyecanını. Ve deniz olduğunda da başını yukarı kaldırışını. Güneşe bakışını. Gideceğini bile bile yine de güneşe bakışını.
Ve güneş. Bakanları en çok zorlayan. Kendine baktırmayan. Gözleri kamaştıran. Hep kendinden veren güneş. Isıtan. Aydınlatan. Yol gösteren. Büyüten. Besleyen. Kavuran. Yakan. Bir uzaklaşıp bir yakınlaşan. Benim gibi olun diyen güneş. Onu da görürüm. Çok bakamasam da, O’nu en çok gölgeden bilirim. Meyveden. Ağaçtan. Yağmurdan…
Sonra bütün bunları görür de çaresizliğimden aczimden güneşi çağırırım yine.
"Ey yararlı, güzel isler yapan güneş; yine Hamel burcuna gel; ne buz, ne çamur; etrafa amberler saç, amberler saç!..
Ey güneş! Gül bahçesini gülüşlerle doldur, su ölüleri dirilt; şimdiden mahşeri meydana getir!
Görmüyor musun; tohumlar kabuklarını yarmış, hapisten kurtulmuşlar; biz de, evlerimizin kucağından kurtulup
bağlara bahçelere gidelim! Bahçeler, bize, gayb aleminden yüzlerce armağanlar getirmiş, yüzlerce armağanlar getirmiş!..
Gül bahçesi yüzlerce gülle dolar, dedikodu biter, zaman doğurmaya baslar, zaman doğurmaya baslar!
Leylek, gök gibi yüksek bir köşkün üstüne yuva yapmış, leklek diye öterek; “Ey yardımı dilenen Allah; mülk Sen’indir, mülk Sen’indir!” demek istiyor!
Bülbül.sesi ile saz çalar; üveyik hu hu diyerek öter! Öbür kuşlar da, civan bahtın. genç talihin çalgıcısı olarak gelirler!(Divan-ı Kebir)"
Çağırmasına çağırırım da yine ayrılıktan korkarım.
"Sevgilim! Beni böyle dostsuz bırakma; benden uzağa gitme; beni yalnız bırakma!
Benim zavallı canım, insafın bulunmadığı bir yerde insaf dilenmeye geldi; beni, insafsız ayrılığa bırakma!
Sen hekimsin; belki zamanın îsa’sısın! Gitme; bizi böyle hasta bırakma!
Sen bana; “Mağara dostumsun!” dedin; beni mağarada böyle yalnız başıma bırakma!
Sana, bir gece ayrılık çok az bir şey görünür ama, o ayrılığı bir de sen bana sor da, benim için çok uzun olan ayrılığa bırakma.
Az da olsa, gönlüme ateş düşürme; az da olsa, onu önemsiz sayma; beni bırakma!
Nefsim, bitti gitti. Fakat; beni bir kerre daha dinle; beni bu sefer bırakma!(Divan-ı Kebir)"
Hem korkarım hem de umudumu yitirmem.
Nasılsa gözyaşı var. Niyaz var.
Gözyaşımı niyaz yapar tekrar bakarım.
Dr Faik Özdengül
http://askintherapy.wordpress.com/
http://faikozdengul.wordpress.com/

Salı, Mayıs 11, 2010 tarihinde Unknown tarafından kaydedilmiştir , | 0 Yorum »

AŞK ÖZLEMEKTİR


Hace Ali Ramiteni’ye sormuşlar:
İman nedir?
Cevap vermiş ki:
Özlemek ve ulaşmak…
Özleyerek başlıyor her şey.
Özlemek de kayıpla, uzaklaşmakla.
Kayıp ve uzaklaşma olabilmesi için de bir bağ gerekiyor ve bir yaşanmışlık.
İnsanın hikayesi de buydu.
Kaybettiğini yeniden bulmak için özlemek ve çabayla yeniden ulaşmak.
Özlem duygusu bu yaşamdaki yolculuğun başlangıcı gibi görünüyor. Öncelikle bu duyguyu hissetmek yolda olmanın testi gibi. İmana da bu duygu ulaştırıyor Hace Ramiteni’ye göre.
Hace Ali Ramiteni , Hace Mahmud Encir Fagnevi’nin ikinci halifesi. Ana silsilenin yürütücüsü ve kol başısı. Hacegan silsilesinde lakapları “Azizan”dır. Büyük Kutup. Mesleği kumaş dokuyucusu. Oğlu meşhur Mevlana Abdurrahman Cami, “Nefahat” isimli maruf kitabında Mevlana Celaleddin Rumi’nin “Dokumacı” sıfatıyla Hace Ali’den bahsettiğini söyler. Buhara civarında şehre iki fersah uzaklıkta Rimten denilen bir kasabadan. Kabri Harezm’de.
‘Özlem’ genç, saf, duru, hafif bir kelime, ‘hasret’ kadar yormaz insanı, içine çökmez bir anda. ‘Tahassür’ kadar süründürmez. Bir ışık yakar, kıpır kıpırdır adeta. Zira, ‘özlem’ duyulmak istenilen, tadılası bir duygudur, hasret ise acısı çekilendir, ızdıraplıdır.
Eskiler, kırgınlara çare olsun diye hani derlermiş,“gidin biraz özleyin birbirinizi, biraz ayrı kalın, bakın göreceksiniz, her şey nasıl düzelmiş.” Sahiden gidilir, özlenilir, gelinir ve kaldığı yerden daha bir aşkla devam edilir, bu sözün sahiciliğine inanılırmış. Hala da bir o kadar inanırız buna. (http://www.sakinkafa.com/siirden-temalar-1bekleyisin-adi-ozlemdir/)
Özlem İngilizce aspiration olarak da geçiyor ve nefes alma, soluma gibi anlamları da var.
İbrahim Tenekeci “Yüzler ve Sözler” şiirinde özlemi, bekleyişi adeta gözlerin hiç kırpılmadan sevgilinin yolunun gözlenmesi şeklinde anlatır:
“kusura kalma teselli hazretleri
sana layık bir mürit olamadım besbelli
büyük şehirlerin küçük içinde
dansa kaldırılan utangaç bir kız gibi
buldum bu dünyada kendimi.
ve camları hohlayıp da çizdiğim resimlerden
bir ben kaldım ve sevgilim
suyu ihmal edilmiş fesleğen gibi gitti
gözlerim terledi yolunu gözlemekten.”
Özlem korkulası bir duygu değil aksine ulaşmak için başlangıç.
Dayanıklılık ister elbette tüm yolculukların olmazsa olmazı.
Özlem ulaşmayı içinde barındırdığı zorluğa rağmen kolaylaştıran bir duygu. Yol özleyerek başlıyor ve özlemle devam ediyor.
Özleyerek yaşanıyor.
Aşıkların da nişanı özlem değil miydi?
Kumaş dokuyucusunun özlemiyle başladık yazıya,
O zaman şöyle bitirelim:
AŞK ÖZLEMEKTİR.

Dr Faik Özdengül
http://faikozdengul.wordpress.com/
http://askintherapy.wordpress.com/

Salı, Nisan 27, 2010 tarihinde Unknown tarafından kaydedilmiştir , | 0 Yorum »

BENİM DİZLERİM KANADI DİLARA (7)

Düşkünlüğün farkına varan ruh, ağaçların yepyeni bir baharda filizlenmesi gibi tazelenirdi. Yağan yağmurlar karşısında daha korkusuzca ıslanırdı. Esen rüzgârlar karşısında köklerini sağlamlaştırır, toprağa sarılıp dört elle sallansa da yıkılmazdı. Vakti gelmişti canından özge bir canla var olup yeniden filiz verecekti.
Sen gittin Dilara, döküldü yapraklarım. Çatı katında kalmışlığın hicranıyla düştün ellerim de can verdin. Masum çocukluğundan sıyırdın hilkatini, duçar ettin benliğime. Sesler tükenmişti artık, ne senin şiir dilenen çığlığın vardı, ne de benim aşk timsali feryatlarım. Geçmiştim ara sokaklarından kaderin. Garip bir öyküydü bu, anlamadı kimseler. Oysa bu gariplikte dalgalanan öze dönüş çağrısıydı. Savruldu bayraklarım haşin rüzgârlarda, ses verdi sukutum, aslına döndü Ruhenâm…
Oysa eksilmişti hezeyanlarım, satır satır döküldü acılarım. Şimdi Dilara boşluklar da sallandı kalbim. Cesedini kuruttum, dini bir törende gömdüm seni dünyanın göbeğine, hayat okudu umarsızca hüznün kalıntılarını. Hüzün ki tapınılan bir yokluk çağrısıydı. Hüzün ki şeytanın dokunmaya kıyamadığı bir bakireydi…
Sen gittin ya Dilara, o da gitti kalbimden. Yığılmışlığı yaşadım bir kez daha sokak aralarında. Oysa tutar zannetmiştim ellerimden, ellerim havada kaldı. Ve yapıştı cesedin parmaklarıma, karanlılar mabedim oldu.
Vakit gelmişti, gitmeliydim…
Nihayete erdirip yaşanmışlığımı hayatımın, ardımda bırakıp acınmışlığını sevdamın, dönmeliydim geldiğim yere… Nasıl umarsız çıkmışsam merdivenlerini dünyanın, o umursamazlığımın aksine demeliydim, sorgulamalıydım ve bulmalıydım aczi yetimi… Yolculuk başlamalıydı artık, korkmamalıydım…
Duyguların basamakları iğretiliklerle doluydu. En tepede sen vardın… Dikmiştim seni dünyanın göbeğine. İkinci basamağa indim.
Ahşap bir tas içinde gözyaşlarım karşıladı beni. Geride kalmışlığın tuzlu tadı. Kuruttu yeşermişliğini hayallerin… Ferahlık verirken akan her bir kadre de, kuruttu acıların gülen yüzlü çiçeklerini. Umutlara yelken açtı, açarken şaşırdı, bir silaha dönüştü, kendini kabul ettirmeye çalışan insani Taraflarım kullandı masum gözyaşlarımı. Orada kalamazdım daha fazla, kalırsam bırakmazdı yakamı. Hüznün buruk ağı’nı geçmeliydim. Üçüncü basamağa indim…
Aldatıcı bir umut karşıladı beni, fıkır fıkır lezzetli pembe bir içkiydi umut… İçtikçe mahurlaştıran, hayallerde kaybedip, sızılara uzak düşüren… Aldım ellerime umut’u döktüm pembeliğini geçmişe, yeşerdi beklentilerim. Dördüncü basamağa indim…
Umuttan beklentiler arttıkça, hayal kırıklıkları miras kalıyordu ellerimde, sonrasında
gelen acının gülkurusu silik yüzü oluyordu… Kişiliğimin merdivenlerini yer etmişti bu geçişler… Bu basamakta ise gülkurusu akşamlar vardı. Şeffaf bir cam içinde kurumuş gül yapraklarıyla doldurulmuştu. Aralarında gizlenen dikenleri yaralarıma eşsiz bir ağıt vermişti, hem cazibesine mahkûm oluyordum acıların, hem canımı yakan tedavi şekline olan tiryakiliğimden mutluluk duyuyordum… Gülkurusu akşamlara mesken olan bu basamakta içerime dolan dumanlı bir sevdam kalmıştı bana eşlik eden, sevdalarım ise pişmanlıklara taşıyordu ruhumu…
Mırıltılarını hatırladım o anda Dilara… Kulaklarımda naif sesinin yankısı…
Gitme dön desem sana
Siler misin acıların buğusunu camdan
Gitme eyy kalbimin boynu bükük çocuğu
Yetim bir acı bu kaybedişler
Dilara, gitme dön…
Gittim ve indim hatıraların boğuk sesleri arasından geçip indim beşinci basamağa… İnmeliydim, gitmeliydim ve yüzleşmeliydim benliğimin şımarık yüzlü asi ve arsız kapı bekçisiyle…
Geçmiştim acılardan da, gözyaşlarından da, umutlardan da, hayal kırıklıklarından da, bu basamaklar diğer basamakları aratan cinsten di oysa… Özlemlerle dolduruyordu üstteki duygulanımları… İçimi burkan bu basamak pişmanlığın korkunç resmiydi… Oturacaktı suratıma silinmeyecekti… Burası pişmanlıklar ülkesinin garip serzenişiydi…
İrkildim önce, anlamlar karıştırdı ahengini, manalar döndü ardına, karıştı akıl coğrafyam. Demir di kafesi, irindi meyvesi.
Pişmanlıklar, mide bulandıran yokluğun şaibesi. Oyalanmadan inmeliydim, kalırsam yıkılırdı sırça köşküm…
Ve… Son basamak özlem idi… kâsesi gümüş, çalgısı hiç bitmeyen ahu gözlü cümbüş… Bütün duyguları harmanlayan bir yoğunlukla, girdi koluma… Çıkış kapısını araladı… Ve teslim etti benliğimin tahtırevanına.
Yığılmış, bitap düşmüştüm… Yolculuğum bitsin, ruhum özgür kalsın, uçsun ve en baştaki halime dönsün istiyordum… Yaklaştım benliğimin hala diriliğini muhafaza eden timsaline, halsiz dilim ile:
‘ Bırak, azat et beni eyy sahip, bak düştüm dünyanın ara sokaklarında kayboldum… Ara ara gelip yerleşti hayalime sessiz bir Dilara, kalmışım yapayalnız şimdi ortalarda. Ne halim kalmış ne cesaretim yüzleşmeye kalmadı mecalim, bırak beni eyy sahip gideyim!’
Tuttu kaldırdı beni yakamdan, silkeledi ve sarstı varlığımı… Ve dedi ki; “ Eyy ölümden korkup kaçan can, aklını başına al. Bu korku kendindendir senin. Korktuğun kendi içinde ki yüzündür,”‘ ölen Dilara ruhundaki ağaçtan sadece bir yapraktır! Yeni bir bahara aç yelkenlerini… Yeşerecek filizlerle keşfet engin yoldaşlarını. O sensin’ “ ölümün yüzü değil. Canın bir ağaca benzer, ölümse yaprağıdır o ağacın. İyi olsun, kötü olsun, ne bitmişse senden bitmiştir. Hoş olsun olmasın, gönle gelen şey senle gelmiştir.”
Bitmedi henüz hikâyen, şimdi yeniden yazmalı bu hikâyeyi sen şekillendirmelisin… Ne feryat, ne figan silkelenip kendine gelmelisin… Dilara ruhunun derinliklerinde…
AYŞE BÜŞRA ERKEÇ…

Pazartesi, Nisan 26, 2010 tarihinde Unknown tarafından kaydedilmiştir , | 0 Yorum »

DOĞRU KARAR VEREBİLİR MİYİM?


Yaşamımız aldığımız kararlarla şekillenir. Sağlıklı kararlar alabildiğimiz sürece kendi hayatımızın sorumluluğunu elimizde tutabiliriz.
Bazı kararlar önemlidir, bazıları önemsiz. Bazı kararlarımızı kendimiz alabiliriz, bazılarını ise sosyal baskılar şekillendirir. Karar verme bir beceridir. Bisiklete binmek, yeni bir dil öğrenmek, ayakkabı bağlamak gibi bir beceri. Ve tıpkı onları öğrendiğimiz gibi karar verme becerisi de öğrenilebilir. Yapılan araştırmalar başarılı kararlar verenlerin tüm bilgileri ve gerçekleri topladıklarını, karar verme güçlüğü çekenlerinse karar verme anında sürekli bir sorundan diğerine atladıklarını göstermektedir.

Tüm başarılı karar verme yöntemleri genellikle aynı süreci izler:
1. Sorunu ve hedefleri net bir şekilde belirlemek.
2. Mümkün olduğunca çok çözüm alternatifi üretmek.
3. Her alternatifin olası sonuçlarıyla ilgili mümkün olduğunca çok bilgi toplamak.
4. Her alternatifin olumlu ve olumsuz yanlarını değerlendirdikten sonra en uygun olanını seçmek.

Karar verme sürecini özetlersek ;
1. Sorunu Tanımlamak: Eski bir deyiş şöyle der: “Sorunun ne olduğu biliyorsanız yarı yarıya çözülmüş demektir.” Sorunu tam olarak belirlemek karar vermenin en önemli adımlarındandır.
2. Hedeflerinizi ve değerlerinizi belirlemek: Kendinizi daha iyi tanımanız, değerlerinizi ve hayat felsefenizi belirlemeniz karar verme sürecinizi oldukça kolaylaştıracaktır. Hedeflerinizi bilmek ulaşacağınız adresi
belirlemek gibidir. Yan yollara girip zaman kaybetmenize engel olur, hedeflerinizin somut, gerçekçi ve değerlerinize uygun olması önemlidir. Örneğin mutlu olmak oldukça soyut bir hedeftir. Sizi nelerin mutlu edeceğini somutlaştırmak hedefinize ulaşmanızda yardımcı olacaktır.
3. Çözüm alternatifleri üretmek: Mümkün olduğunca çok çözüm alternatifi üretmeye çalışın. Bunun için beyin fırtınası yapabilirsiniz. Aklınıza gelen alternatifleri, etrafınızdakilerin de önerilerini alarak yazın. Bunu yaparken “ya ..., ya da... “ şeklindeki düşüncelerden uzak durmaya çalışın.
4. Sağlıklı karar vermeyi engelleyen psikolojik faktörlerin farkına varmak: Kendine aşırı güven, kaygı, depresif bir ruh hali, başkalarına bağımlı olmak (etrafındakiler tarafından sevilmek ve kabul görmek için kendi istediklerini değil, onların istediklerini yapmak), mükemmeliyetçilik (hata yapmayı kabul etmemek, her şeyi aynı anda istemek gibi) sağlıklı kararlar almamızı engelleyebilir.
5. Çözüm alternatiflerini değerlendirmek: Çözüm alternatiflerini değerlendirirken her seçenekle ilgili gerçekleri ve her seçeneğin size sunduğu gelecekle ilgili duygularınızı/hissettiklerinizi göz önünde bulundurmalısınız. İlk olarak her alternatifin yararlarını ve zararlarını topladığınız tüm nesnel bilgileri ekleyerek yazın. Daha sonra her alternatif için kendinize şu soruları sorun:
A. Hedefime ulaşınca ne olur?
B. Ne hissederim?
C. Başkaları ne hisseder?
D. Olabilecek en iyi ve en kötü şeyler neler?
E. Önümdeki engeller neler?
F. Ne kadar zaman, enerji, maddi kaynak gerekli?
6. Alternatiflerden en uygun olanı seçmek: Şimdilik sizde olmayan beceri ve kaynakları gerektirdiği için uygulanamayacak olan seçenekleri elimine ederek seçim yapabilirsiniz. Bazı seçimler ve kararlar karmaşık olabilir. Pek çok alternatif ve düşünülmesi gereken pek çok avantaj ve dezavantaj olabilir. Mesela kariyer seçiminde pek çok faktörü göz önünde bulundurmak gerekebilir: eğitim süresi, iş bulma oranı, gelir, çalışma saatleri ve şartları, mesleki tatmin, statü gibi. Bu nedenle seçimizi yaparken en uygulanabilir olanını belirlemek önemlidir.
7. Seçilen alternatifi kabullenmek: Bir seçim yaptıktan sonra diğer seçeneklere takılmamaya çalışmak çok önemlidir yoksa uygulamaya geçmek uzayabilir ve karar verme süreci gereğinden fazla uzayabilir. Bilmemiz gereken yaşamda “mükemmel seçim” diye bir şey olmadığı gibi, karmaşık kararların çoğunda mükemmel bir alternatifin de olmadığıdır.
8. Adım: Seçimi uygulamak-Aksiyon zamanı: Uygulama olmadıktan sonra karar da bir işe yaramaz. Başarmak ve olası engellerin/zorlukların üstesinden gelebilmek için detaylı bir plan yapmanız iyi olacaktır. Planın tüm adımlarını önceden belirleyin, nasıl davranacağınızı, neler söyleyeceğinizi önceden prova edin, hayal edin. Böylece uygun olmadığını düşündüğünüz noktaları değiştirme fırsatınız olacaktır.

Kararsızlıkla Başetmek
Çoğu zaman kararsızlık yanlış bir karar vermekten daha zararlı ya da yorucu olabiliyor. Bu süreç içinde karar vermekte geç kalabiliriz ya da kararımız oldukça yorucu bir süreç sonrası ortaya çıkabilir. Kararsızlık anında yaşadığımız belirsizlik, çözümü geciktirmeye, seçimi bizim değil koşulların belirlemesine neden olabilir.
Bunun için:
• Sorumluluk almaktan çekinmeyin.
• Yeni fikirler yaratmak için sahip olduğunuz zamanı kullanın.
• Karar verme ve hatalardan öğrenme yeteneğinize güvenin.
• Kendiniz için gerçekçi olmayan beklentiler belirlemeyin.
• Çok gerekmediği sürece, ani kararlar vermeyin.
• Kendinizi kandırmayın: sadece daha çabuk ve rahat ulaşacağınız bir sonuç için daha az uygun bir seçim yapmayın.
• Gereksiz yere harekete geçmeyin bazen de hiç bir şey yapmamak ve beklemek en iyi çözümdür.
Yazan : Pelin Çetinkaya Atasoy
Kaynak : www.bumed.org.tr

Pazar, Nisan 18, 2010 tarihinde Unknown tarafından kaydedilmiştir , | 1 Yorum »

BENİM DİZLERİM KANADI DİLARA (6)


Dilara, sesimin tükeniş türkülerinin içinden gelen kurtuluş müjdesi gibiydi. Yürüyordum bir sahrada, ilk kez karşılaşmıştım Dilara ile. Ondan önce devam eden hayatım, bir boşluktan ibaretti. Feza’da dolanıp duran bir boşluk iken ben, evrenden süzülen bir su damlasına sığınıp düşmüştüm yeryüzüne. O ise karşılamıştı beni sıcacık gülüşü ile. Çöl akşamlarının kavurucu sıcağında, taa uzaklardan bakmıştı acemi ruhuma. Esen serin rüzgârlar eşliğinde yürüyorduk kumlar da.
Anlıyordum, bu yolda yol arkadaşımdı artık. Sokaklar aynıydı, her yer aynı inşa edilmiş beton yığıntısı evlerle doluydu, ağaçlar etrafa serpilmiş kuramlar yığını gibiydi. Küçük körpe varlığımla ben, dünyaya yeni açmıştım gözlerimi. Ve açtığım andan itibaren annemden evvel ellerimi tutmuştu Dilara. Etrafım dilini anlamadığım insanlarla doluydu. Sızılarımız farklı, gözyaşlarımızın akma sebebi farklıydı. Onların güldüklerine ağlarken biz, ağladıklarına gülüyorduk. Kim bilir Dilara’nın kaçıncı yolculuğuydu. Kim bilir kaçıncı feleğe ettiği refakatti ve büyütürken bütünleşme hikâyesiydi, kendini körpe ve taze bırakan serüveniydi bu, kim bilir?
Bense sığamıyordum çevreme, onların büründükleri elbiselere bürünemiyor, girdikleri oyunlara katılamıyor, yaşadıkları şehri benimseyemiyordum.
Sıcacık bir güvendi elleri Dilara’nın, tutmuştu ve bakışmıştık boşluktayken, o yüzden yabancılık hissetmemiştim gördüğüm ilk anda. Su kisvesinden soyunup büründüğüm vakit ete kemiğe, bakışlarından tanımıştım. Çöl ortasında yanmaktan kurtaran serin bir volkan gibiydi gözleri. Her görüntü bir iğretiliğe yapışmışken, Dilara zırh gibi giyindirecekti kişiliğimi.
Varlığımı kuşatan benliğimi gördüğüm bir öğle vaktinde viyaklamalarımın ardından, ruhumu bedenin mızmızlığından kurtarıp o’nun izini sürmüştüm yaşadığım her an.
Birkaç yıl geçmiş ve ben yürümeye başlamıştım, insanların diline alışamasam da anlamaya çalışıyor, kâh gülüp kâh ağlıyor, başkalaşıyordum… Çay başının bakkalı, gök tepe’nin çaycısı, Yunus Emre’nin eğitim yılları devreye giriyor ve benliğimi unutuyordum… Tam unutmaya alıştığım sırada Dilara karşıma çıkıyor ve sunuyordu büyük bir özveri ile içselliğimi bana. Sesim hiç duyulmazdı, konuşamamanın sevinci ilk o zaman yapışmıştı dimağıma. Sukut eden ben, hep o konuşsun istiyordum, o konuşsun ve dinsin beynimin sorgusu, ben dinleyeyim…
Sütbeyaz saf yüzü, boncuk kara gözleri, kıvrımlı sevimli çehresi, hilâli andıran ince dudaklarından gamzelerine yerleştirdiği tebessümü ile Dilara, karşımda dikiliveriyordu. Zarif bir bedenin içinde, ne çocuk ne genç bir kızdı. Her an beyaz bir elbise giyer, martı kadar nağmeli çekiciliğini sergilemekten geri durmaz, uzun siyah saçları ise beline kadar inerdi. Çöl yürüyüşlerimiz olduğu vakit sıcaktan bunalır ve toplardı saçlarını arkaya, topuz yapardı beyaz çiçekli tokasıyla. Dilara hakkındaki en geniş bilgiyi yine Dilara verir, en gizemli var oluş türküleri ona daha bir yakışırdı. Türkülerden sıkıldığımız anlarda ‘ haydi bir şiir oku da cananımız mest olsun!’ der, ben okurdum o dinlerdi…
… Sen eyy Dilara, çöllerin yıldızı
Savruldu hayallerim gözlere sığındı
Meltemler önünde yığılan, yılgın yapraklar gibi
Hangi fırtınada koparılmışsak, başımızda bir yığın sorular
Hangi girdaba dönüşmüşsek, önümüzde çaresiz cevaplar
Hangi karayel, poyraz, lodos, meltem uçurmuşsa bizi
Toparlamak ki, belki Tanrı işi
Ve… Nice kayboluşumuzdu bu kim bilir
Sen eyy Dilara, çöllerin yıldızı
Cevaplar ektik coğrafyamıza, sorular biçtik
Öfkemizi süzdük sevdalardan, güneşler derledik
Biz doğduk, çalkalandı ruhumuz girdaplara düştük
Oysa ne kadar mahirsin toplamakta hilkat giysisini
Nereler de damıttın fırtınalı umutların neşesini
Ve… Kaybolduk derken, dertlerde buluşmuştuk, kim bilir
Doğu dönüştü Kuzey’e, Güney kaçtı Batı’ya
Vahdaniyet sırrı karmaşadan sıyrıldı, akıl geldi ferağa
Topladın darmadağın sofralarımızı
Oysa ne kadar mahirdin toplarken hilkat giysisini…
Yıkıldı karmaşalarımız, kavgalar çaresiz kaldı
Sen eyy Dilara çöllerin yıldızı…
Dilara ila aramızdaki söyleşiler, arkadaşlığımız ve sen… Sen gelince ruhumun gizli meralarına yüzünü döndü bana Dilara. Ve şöyle demişti kırık sesi ile bana: “ bazı yasak meraları vardır ruhun, girilmez!” ilk yanılgılı ve hayal kırıklığını o vakit görmüştüm gözlerinde Dilara’nın, ilk kavga olmasa da ilk kırgınlığıydı bana…
Yollara düşmeliydim artık, o ise sığınmıştı çatı katına, dönmüştü sırtını, küskündü Dilara. Çisenti yağan yağmurlarda sırılsıklam ıslanıp üşümeliydim. Aşk müptelası olmuş garip bir dilenciydim belki terbiye olmalıydım acılarla. Başıma giren ağrılar almalıydı tedirginliğimi, yokluğumla yüzleşmeliydim. Erguvan ağaçlarının yokluğunda bulmalıydım seni, Dilara’yı kaybetme pahası olsa da. Gölgesinde arınmalıydık günün yorgunluğundan, sızılarımızla bölünmeliydi rüyalarımız, sadece erguvanlar şahit olmalıydı gözlerimizdeki aşka…
Çökmüştüm bir duvar dibine. Avuçlarımda minik bir cesetti, cesedin gözlerinden sızan kanlı yaşlar, yanaklarına asılı kalmıştı. Ve tıpkı isyanı gibi geçmişi haykırıyordu evrene…
Sen kaçmıştın gözlerimden, kulaklarımdan, varlığımdan. Gizli takiplerinin devamında, gördüğüm ceset evlerinin kapılarına asılan ismin olmamalıydı. Acı veriyordu tükenişin verdiği serzenişin. Beden ağacının altında içilmiş antlara şahitti yapraklar, tam kaybettim seni dediğim anda yanında Dilara, dikiliyordun karşıma.
Oysa benim dizlerim kanamıştı... Düşmüştüm, kaderin ara sokaklarında kaybolmuştum, ara ara gelip yerleşmişse de hayalime sessiz bir Ruhenâ, benim dizlerim kanamıştı Dilara…’
AYŞE BÜŞRA ERKEÇ…

Cuma, Nisan 09, 2010 tarihinde Unknown tarafından kaydedilmiştir , | 0 Yorum »

BENİM DİZLERİM KANADI DİLARA (5)


Yeniden başlamak… Hangi olay gelip yerleşmişse kaygılarıma ve sonuçsuz kalmışsa bütün eylemlerim, bu nihayetsiz oluşumların getirdiği ön yargılarda gizliydi. İnsan hayatını kamufle etmekte ustalık gösteren bir yolcuydu. Bir cesedin üstünü örter gibi örterdi yaşadıklarını. Denizin balıklarını gizlediği gibi gizlerdi kaygılarını. Güneşin karanlığı boğması gibi boğardı örselenmişliklerini. İnsan hayatı nihayetsizliğe sürüklenmeye görsün, yıkımı göze alırdı da yinede gizlerdi asıl var oluşunu. Oysa olumsuzluğa demir atmış oluşumlarda gizlenen hayat iksirini tatmak gerekliydi.
Ben içmiştim senin ellerinden zehirli içkimi, uyuşmaya başlamıştı eylemlerim. Aklın egemenliğini yitirmesiyle şekillenir olmuştu yaşamım. Ne yaşadıklarım nede yaşayacaklarım geçit vermeden güzelliklere, sürdürmeye başlamıştı düşüncelerimi…
Yonttuğum bir heykeldi oysa ruhum... Toparlanmadan yıkanlar arasına sende dâhil olmuştun. Oysa tek istediğim, gözlerine bakabilmekti korkmadan, sessizce… Sen ise yine sessizliklerde kayboldun…
Sebepsiz oluşumların ardındaki sır, bir duygu berraklığı ve loş ışıklar ardına gizlenmiş gölgeler çıkardı gün yüzüne. Dilara ise karanlıklar yolcusuydu. Yavaş yavaş aralanmaya başlamıştı güneşin kapıları. Çınarların yağmur karışımlı taşra kokusu sarhoş ederdi buğulanmış simaları. Aynaların yüzeyine çizdiğim gölgelerden ibaret bir hayat hikâyesi düşmüştü dillere. Bandırıyordum şimdi parmaklarımı şekilsiz siluetlere. Dalga dalga dağılan azaları karışmıştı bir hafif dokunuşumla, sonrasında başa dönmek kaçamadığımız bir gerçekti. Eylül sarartmıştı ağaçlarımı. Yapraklarım sana gelip canlanmak isterdi oysa. Oysa Dilara kapılmıştı hazanın esintisine. Hırçın bir rüzgâr sarsa da ruhumu bakışlarıyla alıyordu cananımı. Dilara can veriyordu. Ucundaydı uçurumun. İradem sıfırlanmıştı işte. Tanrı bırakmıştı kaderimi. Belli ki kızgınlığının acısını çıkarmaya niyetlenmişti. İradem yoktu, belliydi. Kader terk etmişti hayatımı sefildi. Tanrı küskündü, Dilara verecekti son nefesini. Gün aydınlanmaya başlamıştı oysa.
Tutmuştum ellerini usulca… Bakmıştım gözlerine yavaşça… Terk etmişti aşkımı Ruhenâ…
Şimdi ben Dilara, düştüm… ‘Dizlerim kanadı Dilara... Düştüm, kaderin ara sokaklarında kayboldum, ara ara gelip yerleşmişse de hayalime sessiz bir Ruhenâ, benim dizlerim kanadı Dilara…’
Bakışlarımdaki mananın büyüsünden mutlu olmalıydın sen! Aynalarda titreyen gölgemin varlığından da. Dalgaların derinliği ile gelen ışıklar, aydınlatmalıydı beyninin yıkımlarını. Geçmişe dair bütün izlenimlerin değişmeliydi. Oysa Dilara can veriyordu, yoktu haberin…
Gün ilerlemişti… Saat an’ın 03.35’i… hayat mücadelem devam ediyordu. Ve iplerim Tanrının elinden kurtulma mücadelesi verirken, Tanrı halat misali atmıştı kemendi boğazıma sıktıkça sıkıyordu. Kurallar, yasaklar ve kederlerle dolu bir hayat yüzünü dönerken Dilara’ya, diğer taraftan iradem gerilip karşıma kahkahalarla gülüp; ‘ ben kaderin gülen yüzlü çocuğuydum, hep elde ettiğini zannetti garip insanlar! Oysa şımartan beni, Tanrı’nın ta kendisiydi…’ diyordu. Özgürlüğe aralanmış her kapı suratım da patlayan bir darbe gibiydi, kızarttıkça kızartıyordu. Hayal kapılarım ise daima açık kalan ikiyüzlü bir hayaletti… Mutluluğumu haykırırken sana, bana gelip yaşamımdan şikâyet ediyordu…
Şimdi…
Yüreğimi kaplayan bir acayip özlemlerle doluydu. Bir deniz kokusu ve bir martı çığlığı kadar ihtiyacım olan sessizliklerdi. Cesetlerden mütevellit bir dünyada, herkes yaşamaktan dem vururken hayâsızca, nefes alacak kadar bir mekânın özlemiydi ruhumu saran. Dünyada aidiyet arzusunun kâfi gelmeyecek boyutlarında yol alırken ben, Dilara kayboluşumun ifadesiydi… çatı katında gizlenmiş hayat yolculuğumda, kapı eşiğine uzanmış ucube kişiliğim arasındaki fark siyah ve beyaz kadar uçuruma taşıyordu varlığımı.
İpek böceklerinin titizliğince yaşanmalıydı hayat. Kaygan, ince ve kusursuz bir kumaş gibi örülmeliydi aşk. Renkleri ise sonradan oluşturulmalıydı… İpek böcekleri renksizdi…
Dilara artık nefes almıyordu… Dilara… Dilara… Dilara…
AYŞE BÜŞRA ERKEÇ…

Çarşamba, Mart 24, 2010 tarihinde Unknown tarafından kaydedilmiştir , | 0 Yorum »

BENİM DİZLERİM KANADI DİLARA (4)

Haykırma zamanı deyince sessizlikler zırha bürünüyor, daha bir yoğunlaşıyordu içimdeki sükut iklimi.
Dilara, ocak başında, gözleri henüz üzerinde dans ettiği korlarda çivilenmiş, ayakları ise yanmaktan hissiyatını kaybetmişti. Ne kor alevlerinin verdiği ızdırab ne de hayata dair içinde bocaladığı hezeyanlar geçit veriyordu, ruhunda öldürdüğü insani vasıfların canlanmasına. O anlatıyor ,ben kendimi buluyordum… Geçmişimdi Dilara… Unuttuğum, örselediğim, anımsamaktan utandığım, garipliğimde kaybettiğim, masum ve ürkekliğinin üstünü yaşamla kapattığım… Çocukluğumdu Dilara…
Efendilik, insanlar arası seçicilik ve var oluşlarının soylu geçmişi, sonraki hayatlarında oluşturdukları benlik için adapte olunmuşluklar dosyasıydı. Ruhların çizdiği yolda öne koydukları sebepsiz kavgaları, çığırtkanlıkları, ortaya sunulmuş hikâyenin özü ve geçmişin saf bilinci mi demekti? Yaşanılan hayatta, esas olan bu ise kavganın sonrasında serzenişten uzak birlik ve beraberlik öyküleriydi… Bu ruhları kişiselleştiren varsayımlardan çok benlik bulma savaşıydı.
Dilara benliğimi ortaya çıkaracak olan rastlantıdan ibaretti şimdi. Hissiyatını kaybetmiş aciz bir çocukluktu o. Bulmalı, keşfetmeli ve yüzüme yerleştirmeliydim onu. Kapatmadan üstünü, örtmeden geçmişimi ve utanmadan özlemlerimden kabul ettirmeliydim. Masumiyetimdi Dilara…
Sen! Erguvan çiçeklerini dökerken yollara, ardına düşmeliydim. Sızılarımı sermeliydim sonra. Hayata dair kuşku ve endişelerim yapraklar gibi dökülürken yerlere, ezip geçmeliydin ayaklarınla… Yeni kuşkularla, yeni sorularla, fırtınalara direnerek yürümeliydik, ayaklarımızı kan revan etse de dikenler, biz direnmeliydik… Cesaretimiz tükenmiş mi idi? Çok mu çaresizdik, ben hayatıma düşmüş yanlışlıklara bulanmışken, ölüm sessizliğini silmek çok mu zordu? Oysa biz, fırtınalara direnerek yürümeliydik güneşlere…
Oysa aşka dair saf bir dua şekli yoktu. Aşkın duası yoktu… Açılan ellerimize gül yerine karlar yağmıştı… Üşümüştü avuçlarımız, donmuştu hayat damarlarımız, felç olmuştu…
Kucağıma doldurduğum kuru yapraklara can verme duasına çıkmıştım, çatı katında Dilara dua ederken, ben âmin diyecektim… Ve kurtulacaktı, aşk…
Yaklaştım yanına usulca, ‘Dilara yapraklarım soldu, bak!’ dedim… ‘Bak, tazeliğini kaybetti, karardı, gönüllere sadece hazan getirir oldu. Sararmış ömrümün hazan çağına dumanlı gölgeleri düşüyor şimdi… Dilara, oysa baharı bekledim hep, hep açsın istedim sevda çiçekleri. Kalktım ayağa derken tam, düştüm… Dizlerim kanadı Dilara…
Dua edelim, ben isteyeyim Tanrı’dan, sen ‘ver ona…’ de… Dua edelim Dilara…’
Hareketsizdi Dilara… Tepkisizdi bir ceset gibi durağan. Ellerimle sildiğim gözlerinden yine kan sızıyordu… Yanaklarından süzülüp, beyaz elbisesini kırmızıya boyuyordu. Titremeye ve iniltili sesler eşliğinde ağıtlar yakmaya başlamıştı…
‘Aşka ait saf bir dua
Kalmadı hafızalarda
Tanrı sildi beyinlerden
Aşk düştü bataklığa’
Tekrar tekrar söylüyor her tekrarında adeta inliyordu Dilara…
Dökülürken kaderim, inancım, yargılarım, yapraklar gibi yerlere, ezip geçtin sen var oluşumu…
Şimdi geride salt ben kaldım. Yargısız, infazsız, inançsız, insansız, sızısız, erguvansız, kuşkusuz ve endişesiz, biri dokunuverse titreyerek kendine gelmenin beklentisinden uzak, varlığımın esasına tuzak, tuzaklarınsa kavline yasak! Şekilsiz ve gölgesiz salt ben kaldım… İşte onun için; Benim dizlerim kanadı Dilara... Düştüm, kaderin ara sokaklarında kayboldum, ara ara gelip yerleşmişse de hayalime sessiz bir Ruhenâ, benim dizlerim kanadı Dilara…’
AYŞE BÜŞRA ERKEÇ…

Perşembe, Mart 18, 2010 tarihinde Unknown tarafından kaydedilmiştir , | 0 Yorum »

BENİM DİZLERİM KANADI DİLARA (3)

Çatı katının o garip havası genzimi yakmış, öksürmeye başlamıştım. Boğuluyordum, sesim çıkmıyor yardım çağıramıyordum… Dilara ise kayıtsızdı… Tepkisiz ve gayesiz, ölüm gibi hareketsizdi. Yavaş yavaş bana doğru gelen gölge şekillenmeye başlamıştı, o sendin. Gözlerinin içi gülüyor fakat konuşmuyordu. Kaybetmişti nihavendini. Besteler birbirine karışıyordu. Boğuluyordum ve sen ellerinde bir kadeh içinde soğuk bir su karşımda duruyordun, ruhum üşüyor kalbim alevlere düşüyordu. Ne bu dünyanın aydınlığı nede Ahiret karanlığı… Bütün bu keşmekeş tavırlara ve yarını olmayan şaşkınlıklara, bir garip sevda sarhoşluğuna yol alırken hızla ben, sen ışık tutup yol göstermiyordun, kararıyordu dünyam.
Yalnızlık diz boyuydu, boğuluyordum…
Sen bu dünyanın karanlığına aşinaydın, ben aydınlığı arıyordum, inanç sistemim çökmek üzereydi. Aydınlık türküleri ile oyaladığım kendi garipliğimdi oysa… Kuklaydım işte, iplerim Tanrı’nın elinde takılı kalmıştı. Kul olmayı seçiyorsan oynamalıydın, oynatmalıydı! Ya reddedersen? O zaman sızılar dinecek miydi?
Yoksa büyük bir nezaketsizlikle aforoz mu edilecekti?
‘Sizin inandığınız benim ayağımın altında’ desem, recme mi uğratılırdım?
Ya kafamdan geçen asıl kervan! Kimse bilemeyecekti onları… Yunuslar saklanacak, Yusuflar kuyularda bulacaktı aşkı… Anlayanlarda sessizliğe müptela olacaklardı…
Tek kural vardı burada, sessizlikti…
Ellerin titriyordu, abı hayat değildi ellerindeki kadehte sallanan su… Zehrin pervasızlığıydı. Oysa şarap gibi kokardı ellerin… Ben zehre hibe etmiştim varlığımı, sen Dilara’ya… Dilara kor alevlerde dans ediyordu, ben ateşin koynunda can buluyordum…
Özgürlük, kendi ruhunun efendisi olmakta gizliydi. Satın alınamaz, okunamaz ve gözlemlenemezdi… Yakmak için yanmak, anlamak için isyan gerekliydi…
İradem O’nun ellerindeydi… Unuttuğu ve rüyaya daldığı evrede ben yapışmıştım ellerine… Kızsın istiyordum bana, kızsın ve azat etsin beni… Bıraksın! Kendi kuklamı kendim sahipleneyim, ‘Dilara; bak, dizlerim kanıyor hala… Düştüm kaderin ara sokaklarına kayboldum, ara ara gelip yerleşmişse de hayalime sessiz bir Ruhenâ, bak dizlerim kanıyor Dilara’…
Doğrularımla yanlışlarımla gelmiştim oysa… Kapıdaki gördüğüm ucube benliğim, çatı katına gizlenmiş masumiyetim ve sen! Doğrularımla, yanlışlarımla, öğretilmeden bana ahlak, kural, cennet, cehennem, kader, irade… Dizlerimin kanını silmek istiyordum…
Benliğimin derinliklerine, saklı gizli mahzenlerine girebilmeliydim. Ruhların efendiliğinde yaşanan bir hayat, Özgürlük değildi oysa intiharıydı. Kendini kafeslere kapatan bir ruhun nihayetsizliğiydi…
‘Dilara’ dedim… ‘Bak ve anlat bana gözlerindeki kan sızıntılarını… Daha küçücüksün sen, kim ağlattı seni… Kim hapsetti bu çatı katına?’
‘Var oluşumun esrarı’ dedi… Boğuluyordum ben, o devam etti… ‘ Köktencilik!’
‘Ya Tanrı? Tanrı değil mi bütün köklerin esası? Dilara, Tanrı nerde? Ortadan kaldırırsan Tanrıyı var oluşun tehlikeye girer. Tanrı, Dilara… O nerde?’
‘Nietzsche’ nin dilinde’ dedi…
Kanlı gözleriyle gözlerimin taa derinliğine alaycı bir bakışla bakmıştı Dilara… Gözlerinde ki hiddet yerini aşağılayıcı bir bakışa bırakmıştı, ezilmiştim… Nefesim kaçmıştı boğazıma, sesime ulaşamıyordum…
Ne yollarım kalıyordu gerilerde beni takip eden, nede yolculuklarım vardı mutlak bir sona giden. Aşk, kutsaldı Dilara’nın gözlerindeki Tanrı kadar kutsal… Dilara’nın Tanrısı ise isyan mıydı?
Aşk, isyan mıydı? Nietzsche’nin kalbini kim biliyordu?
Ruhum sessizlik bitti! Şimdi haykırma zamanı!
Benim dizlerim kanadı Dilara... Düştüm, kaderin ara sokaklarında kayboldum, ara ara gelip yerleşmişse de hayalime sessiz bir Ruhenâ, benim dizlerim kanadı Dilara…’
AYŞE BÜŞRA ERKEÇ…

Perşembe, Mart 11, 2010 tarihinde Unknown tarafından kaydedilmiştir , | 0 Yorum »

BENİM DİZLERİM KANADI DİLARA (2)


‘ Benim dizlerim kanadı Dilara... Düştüm, kaderin ara sokaklarında kayboldum, ara ara gelip yerleşmişse de hayalime sessiz bir Ruhenâ, benim dizlerim kanadı Dilara…’
Rüzgârlara küskündüm ve rüzgârlardan çıkmış yoğunluktandı sanki sınırsızlığı anlatırmışçasına yaşadığım hayat ve sanki varlığımı sorgulayan bir caniye dönüşmüştü. İki ruh arasında kalmıştım şimdi, kalbim iki umut arasında kalmış, hayata dair nefes alma nöbetlerinde savrulmuşluğu yaşıyordu. Bu bir güçlülüktü, hayatın ayakta kalabilme güçlülüğü.
Bir kalp taşıyabilir miydi hem varlığı hem yokluğu? Barındıra bilir miydi hacminde sonsuzluğu? Yükselebilir miydi omuzlarına yüklenmiş ağırlıklarla beraber koskoca bir yolculuğun hikâyesini? Yürekler savrulmuştu o rüzgârın seferberliğinde. Yüreğim koskoca bir sevdanın içindeki küçük nefes alışlarına sığınan garip bir kızın ellerindeydi… Nefes verişleri yoktu…
Miskin bir yürek aralığında can bulan cesur ve kusursuz bir cesarete müptela yolculara gereksinimim vardı şimdi. Şimdi sevda türküleri söylemek gerekiyordu, yeniden ve hiç denenmemiş ahenkli bir besteyle… Ellerine dokunmaya kıyamadığın sunulan şiir gibi, belki bir bakire masumiyetiyle dinlenmeliydi bu yorgun yolcunun aşk bestesi…
Mum ışığına mahkûm etmiştim yarınlarımı, çatı katındaki küçük kıza eşlik eden haylaz bir çocuğun, haylazlıklarına tercüman olmalıydı zaman. Zaman, rüzgârların uçurduğu küllerden ziyade altındaki közlere de ışık tutabilmeliydi. Oysa ‘ Benim dizlerim kanadı Dilara... Düştüm, kaderin ara sokaklarında kayboldum, ara ara gelip yerleşmişse de hayalime sessiz bir Ruhenâ, benim dizlerim kanadı Dilara…’
Gözlerin Sevgilim, gözlerin mum alevinde ışıl ışıldı. Ben ki mum alevlerinden sıyrılmış gecelerin siyanürün de arıttığım hasretimle bekliyordum seni. Ateştim ben, deryaya dönüştüm sonra… Bir mum olmalıydın ve atılmalıydın ateş deryasına… Aşk o zaman büyütmeliydi bizi… Umutlarımızı, yarınlarımızı, inançlarımızı, ruhumuzu, mutluluklarımızı… Eritmeliydi aşkın ateşi… Gelmeden evvel birbirimize, erimeliydik aşk ateşinde!
Korkuyordum. Cesaretimi bir altın tasa armağan etmiştim… Şarabın kokusunda sarhoş olsa da Rehenâm, rüzgârlarda savrulan kuru yapraklar gibi halsizdim oysa…
Yaklaştım ocak başında oturan kıza… Gözleri, alev alev yanan ateşte sabit kalmıştı, yanaklarından kan sızıyordu… Dedim, ‘ben Dilara’yı arıyorum, sığınmalıyım onun masumiyetine, kaldırmalıyım eğik başını, sırrımı söylemeliyim ona ve hatta haykırmalıyım, ona aşkımı anlatmalıyım, de bana lütfen! Nerde Dilara?’
Sararmış yüzünde küçük kızın, güçsüz ve solgun bir ihtiyarın ihtiyatlı iç çekişleri ve gözyaşlarının eşlik etmesi gibi mazisine, gözyaşları eşlik ediyordu. Manasını algılayamadığım karmakarışık ifadeden yoksun yanaklarına gözyaşı diye kan sızıyordu… Kirli avuçlarında biriktirilmiş günahlarının aksine, temiz ve günahsız bir hikâye saklıyordu.
Ölüm… Sonsuzluğa kaçışın kilitli kapısıydı… Oysa Dilara! ‘ Benim dizlerim kanamıştı... Düşmüştüm, kaderin ara sokaklarında kaybolmuştum, ara ara gelip yerleşmişse de hayalime sessiz bir Ruhenâ, benim dizlerim kanamıştı Dilara…’
Pencere aralığından süzülen ışığın esrarına kapılmıştım, ruhumun emirlerine boyun eğmenin hoşnutsuzluğuyla beraber ve huzura koşar adımlarla gitmek isterken sanki bacaklarım güçten düşmüştü… Yıkılmıştım, tutmalıydın ellerimden! Sığınmalıydım sana, isyanlarına, ruhuna ve varlığına… Titreyerek düşkünlüğümü kabul etmiştim… Titriyor sarsılıyordum…
Merhamet… Merhamet… Merhamet… Varlığıyla yokluğuna aşina eden kirli sakızdı merhamet… Çiğnendikçe, bir fahişenin şakırtılarına kulak kabartan öfkem gibi, midemi bulandıran yalan dönencesiydi, merhamet… Denizlerin içine zehri şırınga edip balıkları yok eden bir acılı siyanürdü, merhamet…
Karanlıklar içindesin küçük kız! Dört bir yanın gariplikler ve kötü cümlelerin kurbanı olan silinmişler ülkesi olmuş.
Bu gariplikler deryasında, hüznün şerbetini kendin mi aldın o minik ellerine?
Senin seçimin miydi bunca yaşadığın kaos sahneleri? İraden neredeydi, sen seçimlerini yaparken, ya engel olamayan duaların garip serzenişi?
Silahını mı kaybettin, yoksa dua yerine ettiğin o mısralar kocaman bir aldatmacamıydı?
Dizlerini kim kanattı Dilara… Kim…
Hikâyenin karanlığını takip eden ve geçmişten gelen terk edişlerin tortusunun temizlenmesi artık çok zordu. Uzanan ellerine yardıma koşan yürekler, yarınları özleyen gözler, küfürlü sözcüklerin kurbanı olmuştu… Sevgili, yorgun ve ihtiyar ruh! Seni ancak ölüm mü paklardı?
Ve Ölüm! Sonsuzluğa kaçışın kilitli kapısıydı… Dinmeyen çığlıkların, duyulmayan ülkesiydi… Simsiyah ve belirsiz bir kapıdan, aydınlık ve belirgin bir kapıya geçme isteği vardı her ruhun gizli istekler dosyasında. Aydınlık bir ölüm olmalıydı ruhunun asil arzusunda…
Ama korkuyordum Dilara, ‘ Benim dizlerim kanamıştı... Düşmüştüm, kaderin ara sokaklarında kaybolmuştum, ara ara gelip yerleşmişse de hayalime sessiz bir Ruhenâ, benim dizlerim kanamıştı Dilara…’
AYŞE BÜŞRA ERKEÇ…

Perşembe, Mart 04, 2010 tarihinde Unknown tarafından kaydedilmiştir , | 0 Yorum »

HATIRLA VE SIKI TUT

Gemi yaklaşınca sahile doğru birer ikişer inmeye hazırlandılar.
Küçük olanı elini uzattı. Tutsunlar diye.
Tutmadı kimse.
Nasıl bindiğini de hatırlamıyordu. Ne yapacağını da bilemedi.
Sadece tutunması gerektiğini bilmeden biliyordu. Eline baktı. Tutunmak için olsa gerek diye.
Tutmadılar. Birkaç kez daha denedi. Yine aynı. Utandı. İçi burkuldu. Kendine acıdı.
Sonra beklemeye koyuldu.
Oturdu. Başını önüne eğdi. Bir daha hiç kaldırmadı.
Elini de uzatmadı.
Gemi tekrar yol aldı.
Yeni limanlar. Yeni fırsatlar. O hiç birine bakmadı. İlgilenmedi.
Sesleri duyabiliyordu. Konuşmaları.
Kalk üşüyeceksin. Hastalanırsın. Fırsatları kaçırıyorsun. Daha iyisini yapabilirsin. Bak insanlar neler yapıyorlar. Çalış. Oku. Öğren. Dinle. Mutlu olabilirsin. Bağlan. Sev. Korkma. Güven.
Bazen hafifçe kımıldatırdı başını.
Mırıldandığı olurdu.
Elleri izlerdi göz ucundan.
Elini uzatmak isterdi.
Gitmezdi yerinden. Elleri devinmezdi. Ağırlaşır da ağırlaşırdı. Gözleri yaşarırdı sonra.
Ağladığı bir gün yeni bir fonksiyonunu daha keşfetti ellerinin. Sadece tutunmak için değildiler. O zaman devindiler. Gözlerine uzanıp gözyaşlarına dokundular. Sildi sonra ellerinin tersiyle gözyaşlarını.
Ağlamak işe yaramıştı.
Diğerleri hala konuşuyorlardı. Kalk. Elin kolun var. Çalış. Çabala. Oturma.
Bir gün bir el başına dokundu. O zaman kaldırdı başını. Başka bir el okşuyordu onun başını. Önce ağladı sonra gülümsedi. Bir elin başka bir fonksiyonunu daha keşfetti o zaman. El başkalarına dokununca da iyi hissettiriyordu.
O zaman devindi. Önce bir kediyi okşadı. Sonra yağmura dokundu. Rüzgara tuttu sonra ellerini. Sonra başka bir baş aramaya koyuldu.
Buldu da. Çoktu kendisi gibi. Dokundu her birine. Dokunduğu her şeyi yüreğinde hissetti.
Sonra duymaları arttı. Fakat seslerden önce yürekleri duyuyordu. Yüreklerle konuşuyorlardı insanlar. Ses sadece sesti.
Elleri açık gezmeye başladı sonra. Öyle yapınca uzanmış küçük eller gördü. Tutabildiğince tuttu.
Tutmak güzeldi.
Tutmayı sevdi.
Peki bu özlem neydi?
Yüreğine sordu. Sen de tutun diyordu. Ara.
Özlediği tutunacak büyük ellerdi.
Çünkü yine bilmeden biliyordu.
Tutunmak da güzel olmalıydı.

"hatırla ve sıkı tut:
korkardın küçükken
serçe parmağın uçacak diye elinden.
diğer çocuklara benzerdim bense
benzemesi gibi, bir çinlinin diğerine.

şaşkınım, şehir açmıyor beni
ve namım yürümüyor burada
çünkü tuhaf burada her şey;
denizi sel basıyor hayret
hayret şehir sığmıyor taksiye
ve terör estiriyor rüzgar
kaldırıyor dağın eteklerini bile.

ve burada sensiz bahar
hem yatalak hem öpmeden geçiyor
bir jeton
yanağıma getiriyor da yanağını
kokunu rüzgara salsan
bana getirmiyor.

yoksun ya
güvercin avlıyor avluda kedi
kızlar gülüşüyor bahçede
gül üşüyor –gül üşür-
yoksun ya, bezden anne
yapıyor öksüz
öpmek için kendisine.(İbrahim Tenekeci)"

Dr Faik Özdengül
http://faikozdengul.wordpress.com

Salı, Mart 02, 2010 tarihinde Unknown tarafından kaydedilmiştir , | 0 Yorum »

BENİM DİZLERİM KANADI DİLARA (1)


Rüzgâra sunduğum yüreğimin külleriydi. Yalnız bakışlardan yoksun yalnızlıkların acı iksiriydi… Acıklı hesaplaşmalardan muzdarip, gelen geçen bir seferberlik borusuydu zihnimde çalan. Ruhum, aşkın yorgun pusulasına takılmıştı, rotasını şaşırmıştı, savrukluğu takdire gebe bir oluşumun ardı sıra yürürken, hayatın derbederliğine kapılmış kuru bir yaprak gibiydi. Yalnızlıklarda dağıttı kendini… Vurdu yerlerden yerlere, bir asi çocuk gülüşü gelip yerleşti sonra hikâyeme, ‘ benim dizlerim kanadı Dilara... Düştüm, kaderin ara sokaklarında kayboldum, ara ara gelip yerleşmişse de hayalime sessiz bir Ruhenâ, benim dizlerim kanadı Dilara…’
Oysa yalnızlığım seninle güzeldi. Yoksunluğum, acılarım, ızdırabım seninle yaşanası… Rüzgârlara küskündüm yüreğimi, ruhumu, varlığımı, varlığın kaynaklarını savurdu da bir beynime çakılmış mıh gibi, akla ziyan sorgularımı savuramadı… Oysa ne çok istemiştim, sessizlikler kurgusunda can bulsaydı kalbim.
Seslerin bittiği anda büyüyen kalabalığa çevirmiştim gözlerimi… Kalabalık alıklaşmışken, etrafına alevler saçan yeni bir var oluşun çağrısına yönlenmiştim. Kalabalık silikleşmişti… Ayrışmıştı… Kaybolmuştu… Bir bina kalmıştı sonra tam ortada, merdivenler dik, kapı nöbetçisi dişleri çürümüş salyaları akan bir ucube, etrafına hoşnutsuzluk yaratacak düzeyde bir iğretilik sahipti… Yaklaştım yanına dedim, ‘ kimsin sen?’… ‘Sendeki sensizliğim’ dedi... Geçmek, adımımı içeri atmak için yeltendim ‘bu defalık izin var, sonrasında yüzleşmemiz gerek senle’ dedi. Ürkmüştüm bendeki benden, ‘yüzleşmek!’ tedirginliğimi artırmakla beraber, en azından o vakit gelene kadar kurtarmıştı beni. Basamakların her birinde bir tas vardı… İçi boş, içi dolu, yarına kadar dolu, yarısına kadar yokluk kokusu… Her birinin bir adı vardı. Bilgeliğin tortusu…
Sen… Altın bir tastı, içi kırmızı şarap dolu… Uzattım elimi dokunmak için, şarap fokurdadı, kaynadı, tas’a uzanan elimi yaktı… Feveran etmek çare mi? Burada tek bir kural vardı, Sessizlik!
Merdivenleri tırmanıyordum… Her basamak yeni bir tas ve içerik demekti… Özlem… Mutluluk… Sevinç… Hiç… Varlık… Tanrı…
Sıyrılmıştım hepsinden. Şeffaf bir zar gibi kaldı varlığım… Ruhum dönüştü sonra Ruhenâya… ‘ benim dizlerim kanadı Dilara... Düştüm, kaderin ara sokaklarında kayboldum, ara ara gelip yerleşmişse de hayalime sessiz bir Ruhenâ, benim dizlerim kanadı Dilara…’
Merdiven kıvrımlıydı… Nefes nefese kalmıştım… Çatı katına gelmiştim… Karanlıktı, küçük bir cam vardı, naif bir ışık huzmesi aydınlığında gözlerim alışmaya başlamıştı karanlığı seçer olmuştum seni… Küçük bir kız çocuğu vardı ocak başında… Gözleri ışıl ışıldı. Gözlerinde yansıyan o enerji gerçek miydi? Ya aşk? Bendeki aşikar, onunsa bakışları isyankârdı. Kan sızıyordu yanaklarına. Hayatın yollarında savuracaktı bir rüziğar, anlamalıydım abı-ı hayattı içerime sızan… Bu gündeme gelen hayatın handikap’ı sanki kaderin levhlerine kazınmış bir utançtı. Hayatın bu sergüzeşti sanki rastlantıdan ibaret değildi. Kader neydi? Tanrı’nın unutarak bir rafa sakladığı dokümanlar yığını mı? Tanrı, hangi kader’e vakıf? Hangi insanın hayatını ne ölçüde takip edebiliyor? Edemiyorsa kaderi yürürlüğe koyan ne? Ediyorsa bu çile hangi kayıp türkünün bestelenmemiş sızısı? İşleten, döndüren, çarkları çeviren, yaşatan ne? Kader ne?
Bir kitabın kaybolmuşluğu, raflardaki karmaşa, unutulmuştu, unutturmuştum belki de. Terkedilmiş bir kaderin, kaybedilmiş bir ütopyasıydım… Yolculuklarım yokluğa açılmış bir dehlizdi… Yolculuğum, yollarını ortasından geçen sulara bırakmıştı. Islanmıştı kaderimin kirli defteri. Kan sızıyordu levhlerime. Ne temizlemeye kudretim vardı, nede yeniden yazmaya…
‘ Benim dizlerim kanadı Dilara... Düştüm, kaderin ara sokaklarında kayboldum, ara ara gelip yerleşmişse de hayalime sessiz bir Ruhenâ, benim dizlerim kanadı Dilara…’
AYŞE BÜŞRA ERKEÇ…

Çarşamba, Şubat 24, 2010 tarihinde Unknown tarafından kaydedilmiştir | 0 Yorum »

İSTEDİM Kİ YÜRÜDÜM!


Düşünürdüm;
Ölen, neden sevimli olur birdenbire diye...
Ona duyulan onca öfke, onca nefret hisleri nereye gider?
Hayatı boyunca düşmanlık beslenen insanlara ölünce mersiyeler düzülür.
İyi adamdı derler.
İyi tarafları görünür olur düşmanlarına bile birdenbire.
Düşmanlık, kin, nefret, sataşma biter.
Neden?
Çünkü ölmüştür, dedi.
Bumu dedim?
Bu mu sevimli yapan onu?
Bu dedi.
Sevilmek isteyen yığınla insanın bilmediği bu mu?
Bu dedi.
Ölmek.
Cenaze törenlerini, bu törenlerde yapılan konuşmaları hatırlıyorum. Kötü demez kimse kolay kolay.
Cenaze namazında sorar hoca. Nasıl bilirdiniz diye. Herkes rahmet diler.
Sağlığında dilenmeyen. Ölünce münasip görülür.
Öldü ve sevildi.
Öldü ve kurtuldu.
Garip, dedim.
Garip, dedi.
Sanırım sevgiyi esirgeten şey haset duygusu değil mi dedim.
Onayladı.
Varlık gösterene, büyüyene, meyve verene, saldırmak için bekleyen haset orduları var. Büyüyememiş, bodur kalmış, olgunlaşmamış, ilkel yok ediciler.
Sözle, davranışla, gıybetle, dedikoduyla, kötü bakışla, su yerine zehir taşıyan köklere.
Korktum.
Nasıl ölünür dedim.
Ölü taklidi yaparak başla dedi.
Sonra yola çık. Kaf dağına doğru.
Bir rehber bul. Tek başına kaybolursun.
Gizlice ve gece yol al en çok.
Sonra dedim.
Aşk dedi. En hızlı yol aldıran.
Sonra da tazarru ve niyaz yolunu seç.
İstedim ki yürüdüm…

DÜŞ VE DUA
yağmura,nisana ve yaşıma aldanıp
uçurumları kıyı sanarak
ve dağlar erişilmeyince acı verir
sözünü unutarak
kaf dağına gitmek istedim
ırmak inadıyla yürüdüm uzaklara
bir derviş olup yürüdüm uzaklara
yanıldı denektaşım geriye döndüm
Kutsal Sözler Panayırı'na sığınıp
ipeksi bir sessizliğe büründüm:
bir hayat, mahcup ve duru.
Tanrım, gülleri
ve sessiz harfleri koru. (İbrahim Tenekeci)

Faik Özdengül
fozdengul@gmail.com

Salı, Şubat 09, 2010 tarihinde Unknown tarafından kaydedilmiştir , | 0 Yorum »

HİÇLİK YARIŞI

İnsanı metafizik gerilime sürükleyecek üç temel unsurdan biridir hiçlik. Sevgi ve iyilik, ilk ikisidir ama, bizi hiçlik boyutuna hazırlayan bilinci veren sihirli duygulardır onlar yalnızca. Peki nedir hiçlik, nasıl bir düzeydir?
İşin madde boyutunu düşünecek olursak, milyarlarca galaksi içinden biri olan Samanyolu galaksisini, bilinen gezegenleri, güneşi, dünyayı, ülkenizi, bulunduğunuz mekân içinde kendinizi ve o milyarlarca galaksinin oluşturduğu evreni düşünün. İşte size hiçlik yani diğer bir deyişle sonsuzluk. Bizler bu sonsuzluğun içinde birer nokta bile değiliz. Ve bir ruh varlığı olarak, bu sonsuz yolculukta tekâmül ederek, Yaradan’a doğru gidiyoruz.
Bir spiritüel bilgi bakın bu sonsuzluğu nasıl anlatıyor:
“Enini bilmediğiniz bir genişlik, ucunu düşünemediğiniz bir uzunluktasınız. Ve biliniz ki, mutlaka şimdi sizin içinde bulunduğunuz o yer bile sınırlıdır, bir başka uçsuz bucaksızın içinde. Ve biliniz ki, öylesine uzanmıştır uzunluklar, genişlikler. Ve biliniz ki, en bilemeyeceğiniz yerin, en göremeyeceğiniz yerin en üstünde yalnız O, yalnız O’nun emri vardır. Ve şimdi siz küçüklüğünüzü böylece görüp, O’ndan, O’nun emrinden şüphe etmenin ne olduğunu düşünün.”
Manevi anlamda hiçliğin tarifi şudur; “Hiçlik, Allah’ın yüceliği ve bilgisi karşısında, O’na hayranlık ve saygı duyarak, kendi küçüklüğünün farkındalığını yaşama halidir.” Hiçlikte bilginin getirdiği büyük bir tevazu da vardır. Hiçlik aynı zamanda büyük bir bilgeliktir. Ayrıca hiçlikte kendini, yerini ve haddini bilme hali de vardır. Daha önceleri yazdığım “farkındalık” başlıklı yazımda “…Olgunluğun en derin tarafı saf, bilinçli, farkındalıktır bence. Eğer olgunluk mertebesine ulaşmışsak farkındalıklarımız, acı ya da zevk verici deneyimlerimiz arasında hiçbir ayrım yapmaz. Sadece bunların farkında oluruz. Çevremizde olup biten olayların içinde yer almadan ve onlarla özdeşleşmeden, tanık pozisyonundaki gözlemleme tutumu farkındalıktır. Eylemsizliktir. Farkında olmak; hiçlik, yalnızlık ve acziyetimizi itiraf etmek, diğer bir yönüyle dua etmek dışında hiçbir şey yapmamaktır. Bu bir şekilde bizim müdahalemiz olmadan her şeyi olduğu gibi görebilmektir. Nerede olursak olalım ve ne yaparsak yapalım devamlı bir şekilde tanık pozisyonumuzu korursak yeni bir varoluş düzeyine geçeriz. Aslında gerçekleştirmemiz gereken tek radikal bakış açısı da budur…” demiştim. Bu teoreme göre olgunluk farkındalığı, farkındalık da hiçliği getiriyor ardında. Yazar Mehmet Doğramacı’nın kalemiyle; “Hiçlik yarışının yolcuları bazı farkındalık halleri açıldıkça içe dönmek, kendi derinliğine dalmak, her şeyden el etek çekmek isteyecekler. Yaşamışsınızdır. Dayanılmaz biçimde yalnız kalmak hatta uzaklara çekip gitmek istersiniz. Çevre açmaz olur. Ve bunu sadece ilk zamanlar değil yolun çeşitli evrelerinde dönem dönem yaşarız. Garip ve acayip mi? Hayır. Oldukça normal. İçe dönmeden, iç dünyayı seyredemezsiniz. Resul ve Nebilerin yalnızlık süreçlerini hatırlayın. Efendimiz (sav)’in HIRA sürecini düşünün! Yalnızlık; doğacak manaların mayası. Yalnızlık; açılacak esmaların kapısı. Her idrak eşiğinde zaman zaman yalnızlık ihtiyacı doğması bu yüzden. İbadetlerde yalnızlık belli ölçülerle önerilmiştir. Ramazanın son 10 gününde İTİKAF, her gece yarısı TEHECCÜD, tek başına ZİKİR , bir köşede Hakkı TEFEKKÜR işte bu nedenle önemli. Tarikat disiplinlerinde 40 günlük çile (Erbain) çok önemsenen bir terbiye metodu. Mevlevilikte bu sürenin 1001 güne kadar çıktığını biliyoruz. Her işte olduğu gibi yalnızlık konusunda da ölçülü ve dengeli olmak sırat-ı mustakimde sebat için çok mühim! Bünye için diyet ne ise seyrin sıhhati için de yalnızlık odur.”
Evet, yalnızlık yaşamdır, yaşam da sonsuzluktur. Bunu bir bilebilsek!.. Korkularımızdan, kontrollerimizden, kendimizi “ben” dediğimiz duygularımızdan bir kurtarabilsek! Önce kendimizi, sonra herkesi, sonuçta hiçliği sevebilsek!.. Hiçlik kadar küçülebilsek, o noktaya varabilsek!.. O zaman neler olacağını, nerelere varabileceğimizi bir görebilsek!.. Bunu, şimdiki halimizle bir kıyaslayabilsek, bir karşılaştırabilsek! Ne makama ben geldim kalır, ne ben yaptım, ne de benim mülküm deme gafleti.
Söylemek kolay dediğinizi duyar gibiyim. Bir çalışanımın çocuğuna beyin kanseri teşhisi konulmuş. Tedavisi sürüyor. Bazen iyiye, bazen kötüye gidiyor çocuğun durumu. Ebeveyn perişan, teselli istiyorlar ve belki de neden biz sorusunu sorarak, tedavi mücadelesi yanında isyan dalgasıyla mücadele ediyorlar. Gözümün önüne kendi evlatlarım geliyor, Allah korusun onlara öyle bir durum olursa ne yaparım diye düşünüyorum, teselli verecek mecalim kalmıyor.
Bir dostum geliyor, eşinden boşanmış, mahkeme çocukları eşine vermiş. Dardayım, zordayım, çocuklarımı özledim, ruhum daralıyor, psikolojim bozuk, stresliyim, ne yapayım diyor. Kendime bakıyorum; derdim, sıkıntım herkesten çok. Kim verdi bunları diyorum, ben ne yaptım ki? Bir ingilizin intihar esnasında Allah’a yazdığı mektup geliyor aklıma. ‘Varsan bir mesaj gönder diyor, kapı çalıyor, adam boğazındaki ilmeği çözüp kapıyı açıyor, gelen kişi adama kutlu doğum haftası nedeniyle bir program için davetiye veriyor. Davetiyede “(Ey Muhammed!) Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik. Kullarım beni senden soracak olurlarsa, bilsinler ki ben pek yakınım” Mealindeki ayet var. Hemen hem nefsime, hem dostuma sesleniyorum; aç kapıyı, Allah’la dost ol, derdini dinlemeye, sana teselli olmaya gelmiş, hadi O’na doğru yol al’ diyorum. Bizler de O’na doğru yol alan varlıklar değil miyiz? Bütün ruhsal çalışmalar bizi özümüze, Allah’a götürmüyor mu, hastalıklar, şifalar, doğumlar, ölümler bizim için değil mi zaten diyorum… Bütün narsistliğimden boşalıp, acizlikle doluyorum birden… Ve Sebahattin Zorlu’nun dizeleri geliyor aklıma:

Ey kendini küçük bir şey sanan,
İnsanda doğar, batar iki cihan,
Sen onu et kemik görürsün amma;
Ondan başkası değildir yaşayan.

Hiçliktir huzur, sessizliktir lisan,
Ne hikmetse bunu unutuyor insan,
Ne zaman dalıp meyil etsem dünyaya,
Hapishanem olur mekan, gardiyanım olur zaman.

Öyleyse; dua etmekten başka ne gelir elden. Dua hiçliğimizin itirafı değil mi ki zaten. Her şeyi veren O olduğu gibi, alacağı zaman bizi fiillerin sebepleriyle meşgul edip, kuluna kendini imtihan sırrına rağmen kabir başında yalnız tek başına kaldığımızda, yani en apansız, en zamansız bir anda kafamızı vurduğumuzda mezar çatısına, apaçık kendini aşikar gösteren de o değil mi?
Şimdi gelin baştan alalım isterseniz; şeksiz şüphesiz sevgi ve iyilik, ardından olgunluk mertebesi, daha sonra farkındalık, farkındalığın kendini bilme boyutunda yalnızlık, evren içinde yalnızlığın dayanılmaz hiçlik duygusu ve Allah karşısında acziyeti anlayıp O’na ram olma, dua dua yalvarma.
Bir hiçlik yolcusunun dizeleriyle son verelim isterseniz.

Öylesine çoktular ve aslında yoktular.
Kıl payı kaçırılmış zamanların ve bütün bir hayatın tortusu gibi,
hep yanı başımızda ve göz hizamızda kaldılar.
Sert kapaklı, ciltli ve kuşe kâğıda basılmış hayat hikâyeleri vardı her birinin.
Gözler her yerde onları aradı.
Var olmak biraz zaman alırdı, var kalmak bir anlık masal.
Ya hiçlik.
Bir ömür? Bir kaç ömür. Ömürler…
Yola çıkmakla ‘hiç’ olunmuyor üstâdım..
Yolcu daha hiç nedir bilmiyor.
Hiçlik O'na sunulmuş bir sırlı kapı.
Bu kapının ardında neler var bilmiyor.
Hiçlik zamanın çarklarından azâd edilmiş bir bilinmeyen,
kontrollü bir yolculuk,
hiç olabilme arzusu,
hiç kalabilme cesareti.
Hiç olma cesaretin var mı?
Dokunmasalar kelimelerine, görmeseler, bilmeseler, canın yanar mı?
Kalbin başka iklimleri arar mı?
Soru sormayınız…..
Hiçlikte yarışınız.

Salı, Aralık 29, 2009 tarihinde Unknown tarafından kaydedilmiştir , | 0 Yorum »

BAKTIĞIMIZ GÖRDÜĞÜMÜZ MÜDÜR?


“Bazen tek çareniz bir hikâyeye inanmaktır ve ben kendi hikâyeme inanmaya başladım...” Çağan Irmak’ın Ulak filminden bir replik. Hatırlarsınız, birkaç yıl önce sinemalarda gösterilen ve konusu çok alışık olmadığımız bir filmdi. Onu bir masal tadında çocuk ruhumla izleyip içimden kötülere ve kötülüklere yakınmıştım. Hatta bazen onlara seyirci kalabilecek kadar zayıf olabildiğime de üzülmüştüm! Zamansız ve mekânsız bir filmdi, masaldı. Kötülüğün zamanı ve mekânı olmadığı gibi. Umutsuzlara umut saçıyordu olmayan bir Ulak’ın hikâyesinde. Umut aşınızı olmadıysanız ve izlemediyseniz mutlaka seyretmenizi tavsiye ederim. Çünkü Çağan Irmak'ın filminde aşı bedavaya geliyor.
Birkaç gün önce televizyonda yayınlandı, filmi tekrar özenle seyrettim.
Film, Mevlana'nın Mesnevisinin önsözüne çok benziyor. Mesnevi de diyor ya; 'Bu kitap hikâye olarak okuyanlara hikâye, hakikat olarak okuyanlara hakikattir.' Ulak da film olarak izleyenlere film, hakikat olarak izleyenlere hakikatti bir bakıma.
Fakat bir başka şey geldi aklıma bu kez. Hikâyeyi izleyenler bilir. Sakat oğlu ile yaşayan Hekim Zekeriya’nın yaşam hikâyesi ve başına gelenleri Ulak İbrahim adında bir haberciyle masallaştıran piri faninin uğradığı bir köyde yaşadıkları. Normal hekimken, yaşadıkları neticesinde masallar uydurarak toplum ve insan psikolojilerini bu masallarla terapi eden ve iyileştirmeye çalışan bir adam, kahraman olarak kimsenin tanımadığı bir ulak seçiyor kendine. Filmden sonra yatağıma yatınca düşündüm. Mesnevi’deki hikâyelerle karşılaştırdım. Yakup (as), Yusuf (as) ve Züleyha kıssası canlandı zihnimde. Ardından danışanı olduğum bir danışmanım, doktorum, dostum ve aynası geldi aklıma.
Hani bir söz vardır; “Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz” diye. Ben de danışmanımı sorguladım. Uzun yıllar bir şizofren ile yaşamak zorunda kalması, boşandıktan sonra kurtuluş umuduyla ikinci bir evlilik yapması, çocukları, annesi babası için katlandıkları, kendini ispata dair çabalamaları ve fakat bütün bunlara rağmen her şeyden izole etmeye çalışarak kendini, hastalarına yani bizlere uyguladığı terapisi ve ışık tuttuğu aynası geldi. İşte dedim filmdeki Hekim Zekeriya’nın aynısı. Masaldaki köy dünya, Ulak İbrahim Mesnevi, Ulak’ın getirdiği haberler mesnevi’deki hikâyeler, köylü biz hastalar, hekimde kendisi. Ama aslında hasta da, tedavi ettiği de kendisi, bizler sadece onun ayna tuttuğu köylüleriz. Aynanın bir tarafında biz diğer tarafında o. Aynada hep kendisini görüyor aslında. Ama köylülerin dertlerini, elemlerini, sorunlarını kendi derdine kamuflaj yaparak rahatlıyor, şükrediyor bir bakıma.
Hem Yakub’u Yusuf’un, mutlu sonu bildiği halde, elemlerle, kederlerle kaybedişine ağlayan, sızlayan, eleminden kör olan, hem de Züleyha’sı bir anlık heves uğruna hata yapan, iftira atan, sevdiğini zindanlara attıran. Kıssanın sonunu bilirsiniz Yakup’ta kavuşuyor, Züleyha da.. Hem de Mısırın sultanı olan Yusuf’a. O da farkında aslında, her hikayenin sonunda mutlu sona ereceğini biliyor mutlaka danışman olarak.
Aynaların fıtratı bozulmasın yeterki… Fıtrat bozulursa insan aynada kendini göremez. Anlatacak hikayeside kalmaz. İşte o zaman ayna da kırılır, kalpler de. Baktığımız gördüğümüz olmaz, aynalara suç buluruz.
Hayır. Aynalara suç bulma. Hiçbir ayna sünnetullahının dışına çıkamaz. İnsan âdemliğini kaybedince gönül aynasındaki görüntüsünü de kaybeder. Gönül aynasının göstermediğini göz aynası nasıl gösterir ki? Gönül aynası gerçeği görmezse kesret gelir. Kesrete düşmüş gönül, sırları dökülmüş ayna gibidir. Orada insan artık kendini de göremez; çünkü insanlıktan çıkmıştır. Gönül aynası kararanın, göz aynası kör olur. Âdemliğini kaybedenler filmin sonundaki gafiller gibi bir tufanla yok olurlar, kıyamete duçar olurlar.
Evet, Çağan Irmak filmde bunu anlatmaya çalışmış, Mevlana’nın Mesnevisinde ki her satırında anlattığı gibi. Danışmanlarda danışanlarına ve kendilerine aynı şeyleri anlatırlar. Ve aslında anlattıkları kendi nefisleri, ruhları ve yaşadıklarına aradıkları ilaçlardır bence.
Hepsinin ortak yönü, hayatta okuduğumuz bazı şeylerin satır aralarını da okumamız gerektiğine, bazen baktığımız şeylerin gördüğümüz şeyler olmadığına vurgu yapmalarıdır. Kimin kabı ne kadarsa, ihtiyacı olanda o kadardır. Değil mi ki hayat insanın kendi kabınca yaşadığı bir haldir zaten. Kalın sağlıcakla… 24.12.2009 Şener İşleyen

Perşembe, Aralık 24, 2009 tarihinde Unknown tarafından kaydedilmiştir , | 0 Yorum »

İYİLİK ENERJİSİ


Enerjinizi kullanmayı öğrenin...
Beyin öyle bir güçtür ki, neyi düşünürseniz dua oluverir tevilinde bir hadis bile var, beyin ile ilgili...
Kafadan geçen her düşüncenin Allah katında bir talep olduğuna inanıyorum. İyi şey ister, güzel şeyler düşünürseniz cevabı aynen öyle gelir. Ama hep korku ve kuşkuyla yaşarsanız aynen bunları da çağırırsınız. Trafik kazasından korkan insanlar hep kazaya uğrarlar. Eğer siz korkuyla yola çıkar ve hep bunu beyninizde kurgulayıp etrafa negatif enerji yayarsanız mutlaka şoföre kaza yaptırırsınız ama arabayı siz kullanıyorsanız ve böyle korkularınız varsa eğer sakın araba kullanmayın…
Çocuğuna aşırı korumalı ana ve babalarının çocuklarına hep bir şeyler olur yani biri bir taş atsa bile gelir sizin çocuğunuzun kafasını bulur o zaman siz şunu düşünürsünüz –onu kollayıp korumasam hep başına olumsuz şeyler geliyor – Neden acaba? Bu tıpkı (yumurta mı tavuktan çıkar, yoksa tavuk mu)'yu andırmıyor mu?
Öyle mutsuz bir toplum olduk ki birbirimize günaydın diyemiyoruz, bir araya geldiğimizde hep olumsuz olaylar konuşuyoruz, biri bize nasılsın dese iyiyim demeye korkar olduk, işler nasıl deseler, derhal şikayet etmeye ve her şeyin kötü ve daha da kötüye gittiğini söylüyoruz, hastalıklarımızdan ve ölümlerden bahsediyoruz yani dostlarla da sohbetin güzelliği, keyfi kalmadı. Hep para olmadığından yakınıyoruz sanki bunu soran bizden para isteyecekmiş gibi. Aynen devam edin, neyi YOK diyorsanız, onu YOK etmeye devam edin, sürekli şikayet edip etrafa olumsuz ve zavallı görünerek her şeyin bereketini kaçırın, ayrıcada bu kadar mızırdanma sonunda dostlarınızı da kaçırdığınızı fark edeceksiniz.
Hep hastayım diyen insanlar mutlaka hasta olurlar beyin şartlanmaya görsün hangi hastalıktan korkup çağırıyorsanız size onu getirir.
Sürekli param yok diyen insanlar paralarının bereketini öyle kaçırırlar ki bir gün gelir bir de bakarlar gerçekten paraları bitmiş ama bu bitiş ani çıkan, hesapta olmayan mecburi harcamalarda olabilir, sağlığa harcanması gereken miktarlarda olabilir.
Öyle bir toplum olduk ki karşımızdakini yargılamaktan sevmeye zaman bulamıyoruz.
Oysa her yaşta sevgiye ihtiyacımız var. Sevgi sunulmazsa sevgi değildir. Neyi severseniz sevin ama içinizde yoğun sevgi duyguları olsun. Birisine sevginizi söylediğinizde hareketlerle bunu pekiştirdiğinizde ona öyle güzel bir enerji yollarsınız ki, onun mutluluğunun enerji şeklinde size geri dönüşünden aldığınız pozitifi başka hiçbir şeyde bulamazsınız.
Yeni bebeği olmuş bir anne eğer sıkıntıları varsa veya olumsuz bir kişiliğe sahipse lütfen en olumlu olduğunda bebeğini kucağına alıp onu çıplak tenine değdirsin. Eğer bebeklerinizin huzurlu ve sağlıklı bir bebek olmasını istiyorsanız onu sakin kavgasız gürültüsüz ve pozitif bir ortamda büyütmeye çalışın.
Kızgınken, sinirliyken kucağınıza almamaya çalışın ve ona sınırsız sevginizi gösterin. Öpün koklayın ve bilin ki bu günler çok çabuk geçecek ve bilin ki çok çabuk büyüyorlar. Bazı anne ve babalar çocuklarını çok sevdikleri halde bunu ifade edemez ve gösteremezler. Neden? Ne zaman göstereceksiniz? Tanrı'nın verdiği bu armağana sevgiyi en güzel şekilde göstermemiz bir şükür ve teşekkür değil mi ?
Beyin öyle bir güçtür ki, insan beyin gücünü kullanarak isterse kendini felç de edebilir, öldürebilir de, kanserini de yenebilir. Yeter ki beynini şartlandırabilsin. Beynimizde yaklaşık 13 milyar civarında sinir hücresi vardır. Her bir hücre yaklaşık 7.3 kilo voltluk enerji açığa çıkarır. Pratikte mümkün değil ama teorikte beyindeki tüm sinir hücrelerinin aynı anda enerjilerini saldığını varsayalım, yaklaşık 350 milyon kilo voltluk bir enerji açığa çıkar ki bu da büyük bir metropolün tüm elektrik ihtiyacını karşılayacak güce sahiptir. Size tıp kitaplarına girmiş bir olayı anlatmak istiyorum:
Et taşımaya yarayan soğutuculu bir tren, temizlenmek için bir istasyonda duruyor. İşçiler vagonları temizlemeye başlıyorlar, işçinin biri bir vagonu temizlerken diğer işçi o vagonu boş sanıp kapısını dışardan kilitliyor. Biraz sonra tren hareket ediyor, ve bir durak sonra et almak üzere bir istasyonda duruyor. Kapalı kalan işçinin vagon kapısı açıldığında işçinin donarak öldüğü görülüyor. Fakat bir bakıyorlar ki, vagonun ısısı normal ısıda yani dondurucuya geçirilmemiş. Ama kapalı kalan işçi bunu bilmediği, donarak öleceğini sandığı için beyin aynen donmanın şartlarını hazırlayarak, donmanın tüm belirtilerini göstererek vücudunu buna uyduruyor.
Yani beyninizi olumlu şeylere kanalize edin. Bazı insanlar vardır, hep konuşurken daha yaşasam 1-2 sene daha yaşarım diye konuşup sık sık bunu tekrar ederler ve kendilerine adeta bir ölüm zamanı belirlerler. Ben bu laftan çok korkarım, eğer bunu inanarak söylerlerse beyinlerini öyle bir şartlarlar ki , öyle bir kurgularlar ki gerçekten dedikleri zamanda ölürler. Bu yüzden kaç yaşında olursanız olun hep bir hedefiniz ve hayalleriniz olsun ki uzun yaşayabilesiniz. İnsan hayal ettiği müddetçe yaşarmış. Ne doğru bir laf değil mi?
Dün bitti. Dünün tekrarı yok aynı rüyalar gibi.
Yarın, hiç bilmiyoruz, iyi şeylerde olabilir kötü de .
Ama şu anımı biliyorum,ayağım kırık bu yazıyı yazıyorum ama eşim yanımda çocuklarım sağ ve ben bu yüzden dünyanın en mutlu insanıyım ve yarınımı da bilmediğim için bu anımı en iyi, en keyifli ve en pozitif şekilde değerlendiririm.
Bilmediğim bir geleceği düşünerek de bu anımı zehir edemem.
Siz de böyle yapın ve hayatınızı birbirine karıştırmamak kaydıyla 3'e bölün.
Dün, bugün, yarın diye… Biz ani stresleri çok severiz.
Çünki ani streste vücutta Adrenokortikotrop hormon (ACTH) artar ve hafıza, algılama, enerji süper olur.
Yani bu hormon strese karşı vücudun bir sigortasıdır. Ama siz bu stresi kısır döngüye çevirirseniz yani sürekli beyninizde kurarsanız, hep bunu düşünürseniz, gelen olumlu şeylerin hepsi geri gider.
Yani unutkanlıklar, enerji kayıpları, isteksizlikler, migren, mide-bağırsak şikayetleri, uykusuzluklar, beyin tümörler, tansiyon iniş-çıkışları, vücudun muhtelif yerlerinde uyuşmalar, mutsuzluk, hatta depresyon ,kalple ilgili şikayetler ve kansere zemin hazırlamış olursunuz. Bunları kendinize niye reva göreceksiniz ki ?
Akıllı, kontrollü ve olumlu olmak yeterli.
Eğer büyük bir strese girdiyseniz kendinize hobiler bulun, yani kafanızı dağıtın.
Başka işlere kanalize olun ki stres yaratan faktörün etkisi azalsın veya sevdiğiniz, sizi mutlu eden şeylerle uğraşın.
Bunları da yapamıyorsanız dua edin, duaların insanlarda yarattıkları mistik etki onların pozitiflenmesini sağlar.
Ben evde sokakta bile hep iyilik diler ve hayır için dua ederim.
Prof. Yıldız Batırbaygil

Salı, Aralık 15, 2009 tarihinde Unknown tarafından kaydedilmiştir , | 0 Yorum »