BENİM DİZLERİM KANADI DİLARA (6)


Dilara, sesimin tükeniş türkülerinin içinden gelen kurtuluş müjdesi gibiydi. Yürüyordum bir sahrada, ilk kez karşılaşmıştım Dilara ile. Ondan önce devam eden hayatım, bir boşluktan ibaretti. Feza’da dolanıp duran bir boşluk iken ben, evrenden süzülen bir su damlasına sığınıp düşmüştüm yeryüzüne. O ise karşılamıştı beni sıcacık gülüşü ile. Çöl akşamlarının kavurucu sıcağında, taa uzaklardan bakmıştı acemi ruhuma. Esen serin rüzgârlar eşliğinde yürüyorduk kumlar da.
Anlıyordum, bu yolda yol arkadaşımdı artık. Sokaklar aynıydı, her yer aynı inşa edilmiş beton yığıntısı evlerle doluydu, ağaçlar etrafa serpilmiş kuramlar yığını gibiydi. Küçük körpe varlığımla ben, dünyaya yeni açmıştım gözlerimi. Ve açtığım andan itibaren annemden evvel ellerimi tutmuştu Dilara. Etrafım dilini anlamadığım insanlarla doluydu. Sızılarımız farklı, gözyaşlarımızın akma sebebi farklıydı. Onların güldüklerine ağlarken biz, ağladıklarına gülüyorduk. Kim bilir Dilara’nın kaçıncı yolculuğuydu. Kim bilir kaçıncı feleğe ettiği refakatti ve büyütürken bütünleşme hikâyesiydi, kendini körpe ve taze bırakan serüveniydi bu, kim bilir?
Bense sığamıyordum çevreme, onların büründükleri elbiselere bürünemiyor, girdikleri oyunlara katılamıyor, yaşadıkları şehri benimseyemiyordum.
Sıcacık bir güvendi elleri Dilara’nın, tutmuştu ve bakışmıştık boşluktayken, o yüzden yabancılık hissetmemiştim gördüğüm ilk anda. Su kisvesinden soyunup büründüğüm vakit ete kemiğe, bakışlarından tanımıştım. Çöl ortasında yanmaktan kurtaran serin bir volkan gibiydi gözleri. Her görüntü bir iğretiliğe yapışmışken, Dilara zırh gibi giyindirecekti kişiliğimi.
Varlığımı kuşatan benliğimi gördüğüm bir öğle vaktinde viyaklamalarımın ardından, ruhumu bedenin mızmızlığından kurtarıp o’nun izini sürmüştüm yaşadığım her an.
Birkaç yıl geçmiş ve ben yürümeye başlamıştım, insanların diline alışamasam da anlamaya çalışıyor, kâh gülüp kâh ağlıyor, başkalaşıyordum… Çay başının bakkalı, gök tepe’nin çaycısı, Yunus Emre’nin eğitim yılları devreye giriyor ve benliğimi unutuyordum… Tam unutmaya alıştığım sırada Dilara karşıma çıkıyor ve sunuyordu büyük bir özveri ile içselliğimi bana. Sesim hiç duyulmazdı, konuşamamanın sevinci ilk o zaman yapışmıştı dimağıma. Sukut eden ben, hep o konuşsun istiyordum, o konuşsun ve dinsin beynimin sorgusu, ben dinleyeyim…
Sütbeyaz saf yüzü, boncuk kara gözleri, kıvrımlı sevimli çehresi, hilâli andıran ince dudaklarından gamzelerine yerleştirdiği tebessümü ile Dilara, karşımda dikiliveriyordu. Zarif bir bedenin içinde, ne çocuk ne genç bir kızdı. Her an beyaz bir elbise giyer, martı kadar nağmeli çekiciliğini sergilemekten geri durmaz, uzun siyah saçları ise beline kadar inerdi. Çöl yürüyüşlerimiz olduğu vakit sıcaktan bunalır ve toplardı saçlarını arkaya, topuz yapardı beyaz çiçekli tokasıyla. Dilara hakkındaki en geniş bilgiyi yine Dilara verir, en gizemli var oluş türküleri ona daha bir yakışırdı. Türkülerden sıkıldığımız anlarda ‘ haydi bir şiir oku da cananımız mest olsun!’ der, ben okurdum o dinlerdi…
… Sen eyy Dilara, çöllerin yıldızı
Savruldu hayallerim gözlere sığındı
Meltemler önünde yığılan, yılgın yapraklar gibi
Hangi fırtınada koparılmışsak, başımızda bir yığın sorular
Hangi girdaba dönüşmüşsek, önümüzde çaresiz cevaplar
Hangi karayel, poyraz, lodos, meltem uçurmuşsa bizi
Toparlamak ki, belki Tanrı işi
Ve… Nice kayboluşumuzdu bu kim bilir
Sen eyy Dilara, çöllerin yıldızı
Cevaplar ektik coğrafyamıza, sorular biçtik
Öfkemizi süzdük sevdalardan, güneşler derledik
Biz doğduk, çalkalandı ruhumuz girdaplara düştük
Oysa ne kadar mahirsin toplamakta hilkat giysisini
Nereler de damıttın fırtınalı umutların neşesini
Ve… Kaybolduk derken, dertlerde buluşmuştuk, kim bilir
Doğu dönüştü Kuzey’e, Güney kaçtı Batı’ya
Vahdaniyet sırrı karmaşadan sıyrıldı, akıl geldi ferağa
Topladın darmadağın sofralarımızı
Oysa ne kadar mahirdin toplarken hilkat giysisini…
Yıkıldı karmaşalarımız, kavgalar çaresiz kaldı
Sen eyy Dilara çöllerin yıldızı…
Dilara ila aramızdaki söyleşiler, arkadaşlığımız ve sen… Sen gelince ruhumun gizli meralarına yüzünü döndü bana Dilara. Ve şöyle demişti kırık sesi ile bana: “ bazı yasak meraları vardır ruhun, girilmez!” ilk yanılgılı ve hayal kırıklığını o vakit görmüştüm gözlerinde Dilara’nın, ilk kavga olmasa da ilk kırgınlığıydı bana…
Yollara düşmeliydim artık, o ise sığınmıştı çatı katına, dönmüştü sırtını, küskündü Dilara. Çisenti yağan yağmurlarda sırılsıklam ıslanıp üşümeliydim. Aşk müptelası olmuş garip bir dilenciydim belki terbiye olmalıydım acılarla. Başıma giren ağrılar almalıydı tedirginliğimi, yokluğumla yüzleşmeliydim. Erguvan ağaçlarının yokluğunda bulmalıydım seni, Dilara’yı kaybetme pahası olsa da. Gölgesinde arınmalıydık günün yorgunluğundan, sızılarımızla bölünmeliydi rüyalarımız, sadece erguvanlar şahit olmalıydı gözlerimizdeki aşka…
Çökmüştüm bir duvar dibine. Avuçlarımda minik bir cesetti, cesedin gözlerinden sızan kanlı yaşlar, yanaklarına asılı kalmıştı. Ve tıpkı isyanı gibi geçmişi haykırıyordu evrene…
Sen kaçmıştın gözlerimden, kulaklarımdan, varlığımdan. Gizli takiplerinin devamında, gördüğüm ceset evlerinin kapılarına asılan ismin olmamalıydı. Acı veriyordu tükenişin verdiği serzenişin. Beden ağacının altında içilmiş antlara şahitti yapraklar, tam kaybettim seni dediğim anda yanında Dilara, dikiliyordun karşıma.
Oysa benim dizlerim kanamıştı... Düşmüştüm, kaderin ara sokaklarında kaybolmuştum, ara ara gelip yerleşmişse de hayalime sessiz bir Ruhenâ, benim dizlerim kanamıştı Dilara…’
AYŞE BÜŞRA ERKEÇ…
Cuma, Nisan 09, 2010 tarihinde Unknown tarafından kaydedilmiştir , | 0 Yorum »

0 yorum:

Yorum Gönder